9 Aralık 2011 Cuma

EGO 111 – Evet Biz Erkek Milleti Olarak Duygusuz, Odun ve Öküzüz, Hmm Ok.

Disappointments are to the soul what the thunder-storm is to the air” (Hava için gökgürültüsü ne ise, insan ruhu için de hayalkırıklığı odur). -Friedrich von Schiller

Hayatın mantalitesini birazcık kavramış her birey bilir ki, hayatta bazen işler umulduğu gibi gitmez. İnsanoğlunun bir konu üzerinde olası her detayı düşünmesi, doğabilecek her türlü problemi önceden hesaplaması imkansızdır. Özellikle mantık dışına çıkılıp, duygularla halledilebilecek bir konu olduğunda.

İki önceki yazımda kadın milletinin hayalperestliğinden ve bu hayalperestlik girdabına bizi çekişlerinden bahsetmiştim. Oysa şu dakika farkettim ki, biz erkekler onlardan daha fazla hayalperestiz ve kurduğumuz hayallerin altında kalıp sesimizi çıkaramıyoruz. Sesimizi çıkaramadığımızdan dolayı olaylar bizi daha fazla etkiliyor, daha fazla yıpratıyor. Oysa onlar kırılan en ufak hayallerinde bunu dağlara taşlara ilan ediyorlar, etrafındakilerle paylaşabiliyorlar, işin en can alıcı kısmı; ağlayabiliyorlar. Bu sayede yıpranma oranları da daha az oluyor, yollarına –en azından biz içine atanlardan daha rahat bir şekilde- devam edebiliyorlar. Hiç acı çekmiyorlar demiyorum, buraya dikkat çekeyim (bu konuya detaylı olarak bir sonraki yazımda değinmeyi planlıyorum).

Malumunuz, ‘erkek’ ırkı olarak hep bir ‘adam’ olma ülküsü peşinde koşmaya zorlanan, duygusuz, bencil, pislik, öküz ve sayılabilecek birçok sıfatın aktif temsilcileriyiz. Bize hep güçlü ve dayanıklı olmak, ağlamamak, ‘kız gibi olmamak’ öğretildi çocukluğumuzdan bu yana; biz de büyüyüp şu kalıba ulaştığımızda duygularımızı karşımızdakine açmayı kişisel zayıflık olarak gören, odun, umursamaz, sorumsuz kişiler haline getirildik farkında olmadan, yavaş yavaş.

Ortaokuldan beri düşündüğüm bir konu vardır: Şimdi siz bir erkeğe “kız gibi adamsın lan” diyeceğinize, öldürün onu yani; ne bileyim ıslak sopayla dövün, tazyikli su ve elektrik verin, her gece yatmadan önce Doğuş’un saksılı fotoğrafındaki saksıyı öptürün ona. Oysa ki bir kadının namusluluğunu, dürüstlüğünü anlatmak, onu övmek için ‘erkek gibi hatun’ derler; bu sıfat o kadın için kendi ırkından sıyrılış, erkeklik seviyesine yükselişin sembolüdür adeta. Burda benim sorum şu: Lan madem eşitiz, e biri bana ‘hatun gibi’ dediği zaman neden ağzını dağıtasım geliyo da, ben bi hatuna ‘erkek gibi’ dediğim zaman bana dönüp gururla “eyvallah ciğerim” diyor? Ortalıkta feminizm, erkeklere ölüm diye gezinen kişilerden allahını seven (damacanaya bile tapabilir, bana şunun kelamını açıklasın yeter ki) biri bana bunun cevabını versin.


“Ağda derdiniz yok, regl sancınız yok, istediğinizi giyebiliyorsunuz makyaj yapmanıza gerek yok, bir adam olmanız gerek onu da beceremiyorsunuz, bık bık bık” lafını tivitır’da belki 238748923 defa görmüşümdür. Bunu yazan kuyruk acısına sahip ergen zihniyet, şu memlekette kadın olmanın zorluklarını erkek milletinin ‘adamlığına’ laf sokarak anlatmaya çalışmış. Ben de kendisine burdan şu satırları, kendim ve ırkım adına bir borç bilirim:
“Daha işlevini bile bilmediğiniz pipinizden bir gün eli çantalı bi amca gelip hatırısayılır bir parçayı hunharca kesip biçerek koparmıyor, askere gitmiyorsunuz, babanıza yaranmaya çalışıp ondan daha iyi olduğunuzu ispatlayarak bir ‘aferin oğlum’ sözü için ömrünüz boyunca kendinizi paralamıyorsunuz, haftada bir yüzünüze o jileti sürüp malum günü yüzünüzdeki alevtopuyla geçirmiyorsunuz, “her an biri çavuşa tekme atıp geleceğimi karartabilir” mantığıyla ömürboyu süren o malum tedirginliği yaşamıyorsunuz, sevgiliden-kocadan trip çekmiyorsunuz, ‘adam’ olma gibi bi ülkünüz de yok, ee daha ne istiyorsunuz? Evet kadın olmak gerçekten çok zor.”

Derken tekrar konumuza dönelim. Hayal kırıklığı dedik de, aklıma ne geldi biliyor musunuz? Geçenlerde başımızdan bir olay geçti. Bizim okuldan, çok sevdiğim, hani kız kardeşim olsa döverek evlendireceğim bir erkek arkadaşım var, bunun da hoşlandığı bir kız. Kız da durumun farkında ama işi olabildiğince sündürüp peşinde koşturma taraftarı. Herneyse, günlerden bir gün bu arkadaşım bana dedi ki “abi bak, kızın doğumgünü yaklaşıyo, hani bişeyler yapmalı mıyım?” Malum kızın doğumgününde sınavı olduğunu öğrendik sinsice, Yıldız Teknik’de de okuduğunu biliyorduk. Zaten kendimin de o gün gereksiz bir işim olduğundan mütevellit atladık, önce benim işimi hallettik, daha sonra da güzel bir buket çiçek yaptırarak (caps)
enteresan hayallerle Yıldız Teknik Üniversitesi’nin yolunu tuttuk.

Plan şuydu: Şimdi bizim eleman sınavdan çıkınca kızı yakalayacak, “ya ben burdan geçiyordum da, sınavın olduğu aklıma geldi, bi uğrayıp nasıl olduğunu sorayım dedim” diyecek, kız da buna laf arasında o günün doğumgünü olduğunu söyleyecekti. Tam o sırada da çiçekle tenhada pusuda olan ben, ana kahramanımızın vereceği sinyal ile çiçeği getirip arkadaşıma verip tek kelime söylemeden uzaklaşıcak, o da çiçeği kıza vererek Ted Mosby-stayla bir sürpriz yapacaktı.

Biz okula gittik, ana giriş kapısının orada mükemmel bir mekan bulup beklemeye başladık. Neyse sınavın başlamasından 1 saat geçti, 2 saat geçti, 2.5 saat oldu, kızdan tık yok. Zaten günlerden Cumartesi, okulda in cin yağlı güreş yapıyo. Ben dedim ki “abi bu saate sınav kalmaz, sümüğümüz dondu, sürprizin de boku çıktı, sen şu kızı bi ara en iyisi”. Derken kız arandı, cevap yok. 10 dakika sonra şöyle bir sms geldi kız tarafından: “Aramışsın, telefon cebimdeydi, sınavdan çıktım, otobüsteyim, arkadaşlara gidiyorum”. Sonradan anladık ki kızın sınavı Beşiktaş’ta değil, Davutpaşa’daki allahın unuttuğu kampüslerindeymiş. Biz de romantik komedi kaçkını hayalperest ergenler olarak eğdik başımızı, güvenlik görevlisinin yavşakça gülüşü ve “nooldu elinizde mi patladı çiçekler layn zibidileeer” bakışları arasında mekanı terkettik.

Şimdi ben bu hikayeyi neden anlatttım: Biz erkek milleti olarak aslında gereğinden fazla romantik ve düşünceliyiz. Ama ot-bok kabul ettiğimiz minik detayları düşünebilme kıtlığımız yüzünden, siz hatun milletinin haberi bile olmadan gidip o soğukta 2.5 saat titreyip de, elimizde patlamış bir çiçekle evimize geri dönerken; çiçeği alması gereken zat-ı muhteremin arkadaşlarıyla sıcacık evinde doğumgünü partisi planları olmasından mütevellit; bu romantizm ve düşünce dolu ilan-ı aşkı kaçıran o allahsız ve buna benzer, kendilerine binlerce plan yapılan ama zerre haberleri bile olmadan patlayan allahsızlar ordusu yüzünden biz hala bencil, pislik ve odunuz.

O noktada bize koyan şey kızın gelmeyişi değil, 2.5 saat değil; plan daha ilk yapıldığında kurulan hayallerin altında kalmamız idi. Kendi prensibim olan “hayal kurayım derken hülyalara kapılmama” taktiğini yine kendim bizzat parçalayıp, sonunda Barbaros Bulvarı’nda ellerimizde çiçekler, boynumuz bükük kalakalmamızdı bize koyan. Olay kızın bizin üzmesi değil, kendi kendimizi durup dururken abuk sabuk bir duruma sokmamız.

Sana da bu yazıdan düşen kıssa da Refik; Özdemir Asaf’ın çok sevdiğim şu sözü olsun: “Ben birini sevmiyordum, o da beni sevmiyordu. Birgün bir yerde randevulaştık; ben gitmedim, o da gelmedi.”

P.s: “Sen ne bok yemeye gelin güvey oldun lan zırtapoz” diyenleriniz halt etsin. İlk çocuklarının adına benim adımı koyucaklardı lan :/.

P.s 2: Bu iş haysiyet meselesi oldu artık, hesabımız var. Gelişmelerden sizi haberdar ederim. Hesabımız var dedim de, şunu paylaşmadan yazıyı bitirirsem kainat beni affetmez: http://www.youtube.com/watch?v=SYnIStNRNCM&ob=av3n

(Edit) P.s 3: Çiçekleri ev arkadaşımın sevgilisine verdik, görünce çok sevindi; fakat allahsız kadın milletinden alacağımız intikamın ilk adımı olarak o çiçeklerin başka birinin artıkları olduğunu itiraf ettik. Şimdi muhtemelen Büyükçekmece çöplüğündedir güzelim çiçekler.