18 Ekim 2011 Salı

EGO 109 - Biz Mükemmel Olmaya Çalışırken Önümüze Taş Koyan Şu Feleğin Ta …

“Kim demiş erkekler duygusuz diye,
Yağmurda da ağlarız biz yeri gelince.”


'Toplumsal cinsiyet rolleri' klişesini çoğunuz duymuşsunuzdur. İnsanoğlunun tekerleği icat ettiği zamandan, çelik-titanyum karışımı dingiller yaptığı günümüze kadar; erkeğin vazifesi angarya, kadınların vazifesi de en az bizimki kadar zor olan(!) ev işleri olmuştur. Şimdi bana “kadın-erkek eşittir, bık bık” şeklinde gelmeyin, yarı sosyolog olarak söylüyorum, rolünüz bu. Erkek tavşanı avlar, kadın pişirir, beraberce yerler.

Neyse efendim geçenlerde dedim ki “lan şu evdeki nevresim takımımı bi yıkayayım, pasaklı yaşamayalım artık, azıcık insan olalım, hijyen filan”, hani normal insanlar insan zamanla kirlendiğini bildiği, ağzının yüzünün değdiği şeyin temiz olmasını istiyormuş; annem söyledi, ben de inandım ve uygulamaya karar verdim. Özenle çıkardım kılıfları birer birer, sonra kendiminkileriyle yetinmeyip misafir nevresimlerini de ekleyip komple makinaya attım, bitince de bir güzel dışarıya astım. Ama bir ev kadını edasıyla yapıyorum böyle, erkek başıma nevresim astığımı gören sokağımızın teyzeleri ibretle bakıyorlar, “kolay gelsin evladım” filan diyorlar, başımda bi dantelli yazma eksik, öyle böyle değil yani. Bununla kalmayıp, gözüme kılıfsız pek de hijyenik gelmeyen, kim bilir hangi rüyalarda ağzımın suyuyla defalarca yıkanmış olan fedakar yastığımı da makinaya atıp birgüzel yıkadım, çıkarınca da kuruması için pencerenin önüne güzelce koydum. Tabii güzelim evrenimiz ve Mikail abimiz, rolümün dışına fazlasıyla çıktığımı düşünmüş olucak ki; o gece ben uyur uyumaz bir anda göğü gürüldetip beni uyandırdı ve anında bastırdı yağmuru, ve yılın ilk yağmuru olduğu için nevresimler o simsiyah yağmur suyuyla bir kez daha yıkandılar, eskilerinden daha da kirli oldular, çok şükür. Ben sinirimden dışarıda bırakıcaktım alayını gelecek yaza kadar, ama saygıdeğer ev arkadaşım sağolsun acıyıp toplamış.

Bundan iki hafta kadar sonra, dünyanın parasını verip, giymeye bile kıyamadığım pantolonumla beraber bir gezinti yapmaya karar verdim. Hani ‘sakınan göze çöp batar’ misali, yaklaşık 1 metre boyunda olduğunu düşündüğüm bücür, elindeki dondurma külahıyla (ulan Ekim ayındayız, hangi anne çocuğunda Ekim ayında dondurma alır ya ?!) benim Nejat Alp’in kız arkadaşını sevdiği gibi sevdiğim, gözümden sakındığım pantolonumla bir güzel seviştirdi. Nejat Abi’nin Kadıköy iskelesinde boynuzlandığını gördüğü o sahneden daha çok eridi içim, üzerimdeki zilyon renkte gıda boyasına sahip dondurmayla beraber. Hemen koştum eve tabii ki, çıkarıp attım makineye ve bitene kadar otistik gibi önünde oturup bekledim, lekelerin çıkması için dualar ettim. Bittiğinde gayet temizlenmiş olduğuna kanaat getirip dışarı astım ama bu sefer meteorolojinin saatlik hava tahminlerine dahi baktım, o gün ve gece hiçbirşey görünmüyordu. Onu asarken alt kattaki camın önünde duran, iki haftalık yağmur mağduru emektar yastığımı görüp bir kez daha iç çektim, ancak onun için artık herşey çok geçti.

Derken kafamı yastığa koydum, tam da “acaba yarın fazla güneş olursa rengini bozar mı?” şeklinde düşüncelere dalarken uyuyakalmışım. Kabuslu birkaç saatin ardından yine bir gök gürültüsüyle gözlerimi açtım, ve şırıl şırıl kendini İstanbul’u ve benim pantolonu yıkamaya adamış o güzel yağmurun sesini duydum ve hayatımda yanılmıyorsam 5.kere ağladım.

Kısacası Refik, bu hayatta fazla kasmayacaksın. Hayat biz erkeklerin pasaklı olması için herşeyi ama herşeyi, inanılmaz organize bir şekilde yerine getiriyor, karşılığında bize biçtiği rolu oynamamızı istiyor. Sen sen ol, evin barkın olursa bir tane de kurutma makinesi al. Yoksa bu global warming yüzünden Londra’ya dönen canım şehrimizde, artık gönül rahatlığıyla çamaşır asamayacak, kurutamayacağız.

P.s: Yazının başındaki beyit şahsıma aittir.

P.s2: Biz mükemmel olmaya çalışıyoruz elbette, ancak felek; çarkını bizim odun olmamız için döndürüyor kızlar, kusura bakmayın.

P.s3: Nejat Abi'nin hikayesini bilmeyenler için: http://fizy.com/#s/1aiaxm

13 Ekim 2011 Perşembe

EGO 108 – Hayal Kurayım Derken Hülyaların Esiri Olmak

Çocukluğumuzda herşey daha güzeldi değil mi?

Bu sözü yaşı kemale ermiş biri olarak söylemiyorum tabiki, ancak bunca gerekli gereksiz sorumluluğunun arasından dönüp çocukluğuna bakınca insan, büyümek istemiyor; hep o annesini peşinden koşturan, söz dinlemeyen, kendisine ‘yapma’ denilen şeyi illa ki yapmayı kafasına koyan, bücür haline dönmek istiyor.

Küçükken hepimizin kocamaan hayalleri vardı elbet. N’oldu peki onlara? Biz büyüdükçe ne değişti, hayallerimiz mi küçüldü? Yoksa hayal kurma konusunda eskisi kadar cesur değil miyiz artık? Sorumluluk sahibi olmanın insana kattığı şeyler aşikar, peki ya insandan götürdükleri? Bunu hiç düşüneniniz oldu mu? Yoksa insan yaşının ilerlemesiyle kaybettiği masumiyetiyle beraber mi gitti onca büyük hayaller? Neredeler şimdi?

“Büyüyünce ne olucaksın bakalım?” sorusuna tüm yaşıtlarım tereddütsüz cevap verirlerdi ilkokuldayken. Kimisi pilot olucaktı, kimisi astronot, kimisi manken olucaktı, kimisi doktor. “İmam olup cennete gidicem ben” diyen, hatta aramızda konuşurken “para pezevenklikteymiş, öyle duydum” şeklinde düşünebilen arkadaşlarım vardı. Ama benim hiç onlar gibi hayallerim yoktu, olmadı da. Nedendir bilmem, 6 yaşımdayken de ne olacağımı bilemiyordum, şimdi de. Ezik ya da silik bir çocukluğum da olmadı aslında, orta seviyede efendi bir adamdım. 40 dakikalık dersin 5 dakikacık erken bitmesine çılgınlar gibi sevnirdim arkadaşlarımla beraber; hiç zaman kaybetmeden, koşa koşa çıkardık bahçeye, tenefüse eklenen o 5 dakikacığı doya doya yaşamak için kendimizi paralardık. Oysa şimdi bakıyorum, değil 5 dakikalar, bazen günler, haftalar ziyan ettiğim oluyor hiçbir iş yapmadığım, tamamen çöpe attığım. Ortaokul ve lisedeyken okuldan kaçıp çarşıya ya da buluşma noktasına koşarak gittiğim, internet cafelerde yakalanma korkusuyla kendimi en çok adam öldürmeye adadığım o sınırlı zamanların tadını hiçbir yerde bulamıyorum şu anda. Değil internet cafeye gitmek, çocukken gittiğim internet cafeyi satın alma fikri bile heyecanlandırmıyor artık beni.

Anı yaşardık o zamanlar, arkadaşlarımızdan çıkarımız bize ısmarladıkları birkaç gofretle, ya da fen bilgisi sınavında zorla aldığımız birkaç kopyayla sınırlıydı. “Ben astronot olucam lan” diyen, ama bir ev ödevini yapmadığı için korkusundan altına işeyen, ama gururundan asla ödün vermeyen bir arkadaşım vardı; beden eğitimi olan yan sınıftan bir eşofman ödünç alıp ona giydirmiştik, üstüne bi de beğenmeyip ‘ben bunu giymem lan’ demişti pezevenk. Ama o günlerin de, o arkadaşlıkların da tadı bambaşkaydı be.

Gelelim çocukluk aşklarına. Ben Kayseri’deyken ‘çıkma’ diye bi kelime hatırlamıyorum, ama çıkmak için sorulan soru tek idi: ‘arkadaşım olur musun?’. Bu soruyu ilk sorduğum şanslı(?!) kız apartman yöneticimizin kızıydı, tabi bi havası vardı muhitte, ama bende ne hoşlantı vardı ne de benzeri bi duygu, sırf diğerlerinden eksik kalmamak için, zamanlamayı da mükemmel yapınca, işler istediğim gibi gitti. Onunla tanıştığımız günü de, arkadaşlık teklif ettiğim o günü de hiç unutmam. Kızın annesi en üst kattan seslenmişti hava kararırken, hemen orda annesinin ikimizi göremeyeceği, apartmanın ışık almayan tarafına tutup çektim kendisini (şu anda aklından sapıkça şeyler geçireni ıslak sopayla döverim) ve malum soruyu sordum. Yaklaşık 1.5 saniye kadar düşünüp ‘evet’ dedi ve koşarak uzaklaştı ordan (şimdiki aklım olsa bir kereclik öperdim diyorum hani, ama o da olmadı).

Neyse efendim, biz çıkmaya başladığımızdan 2 gün sonra Kayseri’den Eskişehir’e taşınmamız gerektiğini öğrendim, neyse daha değil ilk öpücük, el ele tutuşamadan hoop taşındık, kendisi bi el bile sallamadı ben giderken lan. Kayseri’deyken de büyük hayallerim yoktu, Eskişehir’e gelince de olmadı.

Lise hayatım ve üniversiteye hazırlık zamanlarımda duyardım milletin hayallerini; seneler boyunca ‘pskoloji okuycam ben’ diye gezinen arkadaşımın iktisat okumak zorunda kalacağını da adım gibi biliyordum aslında; ‘biz evlenicez lan’ diyen ergenimsilerin okul bittikten birkaç hafta sonra ayrışacaklarını da bildiğim gibi. O zaman da pek bi hayalim olmadı, ne kadar iyi bir puan alırsam seçeneklerin o kadar çoğalacağının farkındaydım, elimden gelenin azıyla da şimdi olduğum yere geldim. Ama hayallerim değildi beni buraya getiren, daha farklı birşeydi.

Şimdi insanlar görüyorum, hayaller kurayım derken hülyaların esiri olan. Önümdeki tablo hiç değişmiyor. Daha hazırlık okuyorken hangi üniversitede master yapacağına karar vermeye çalışan, sevgili olalı 1 ay olmadan perdelerinin rengini tartışan, balayında nereye gideceklerine karar vermeye çalışan, ‘biz hiç ayrılmayacağız ki aşkııooom’ diyen insanlar. Ve anlam veremiyorum onların hayallerine. İnsanlar bunca hayal kuracaklarına birazcık halletmeleri gereken şeylere odaklansalar, hayat daha yaşanır bir hal alacak aslında. Ama onlar bilmiyorlar bunu, ya da bilmemezlikten geliyorlar, bilemiyorum.

Hayal kurmak da bir uyuşturucudur aslında. Daha ilerileri düşündükçe daha da batarsın, uzaklaşırsın gerçek hayatından. Zaten ister arkadaşın olsun ister sevgilin, birlikte hayaller kurduğun birisinden ayrıldıktan sonra, içinde oluşan boşluğun sebebi kişiler değil; tek başına gerçekleştiremeyeceğini bildiğin o hayallerin altında kalmandır. Günümüz gençliğinin ergence kurdukları hayallerinin altında kalıp, sonra eline geçirdiği her platformda zırıldanmasının temel sebebi de budur.

Gelgelelim sana Refik; sen sen ol, hayal kurmanın bokunu çıkarma. Sevgilinle daha ilk ayında perde seçip, ikinci ayında kaç çocuk yapacağınızın hayalini kurma, kurdurulmak istediğinde de reddet, savaş. Çünkü rüya bitince kafana inecek o tokmağın büyüklüğü, hayal kurdukça büyür, kocaman olur. Bu yüzden herşey uyuşturucudur, önemli olan dozdur.

Yazımı da şu dizeyle bitireyim istedim:

Ne olmuş yani büyük adam olamadıksa?
Hayallerimizi satmadık ya?


p.s: Aslında uzun zamandır planladığım bir yazıydı, ancak kısmet bugüne imiş.
p.s2: Yazı biçimimde meydana gelen değişim deneme amaçlıdır, eskiden orijinal olması için büyük harf kullanmıyordum, fakat değiştirme kararı aldım, sebebi yok.