28 Nisan 2016 Perşembe

EGO 401 - Yalnızlık Üzerine

"Herşey uyuşturucudur, önemli olan dozdur" diye aklımda kalan bir söz var. Nerede okuduğumu/duyduğumu bulamadım. O kadar çok özetliyor ki durumumuzu. Hepimiz kendi uyuşturucularımız arasında varoluş mücadelesi verirken, başkalarının uyuşturucularını da aşağılama, hor görme; kısacası ego masturbastonu yaparak kendimizi avutma derdindeyiz. Dışarıya kapalı, eleştirel töleransı sıfır, aile bağları kopuk, saçma sapan bir nesil olduk mevcut akımlar sayesinde.

İnsanın en temel ihtiyacı yemek bile bir uyuşturucudur aslında. Üzüldüğünde yiyen, sevindiğinde yiyen, düşünürken yanında yöresinde ne bulursa ağzına atan o kadar çok insan var ki. Çok soyut sosyal medya mesela. Sadece bunun üzerine yazmaya başlasam beyin ameliyatı olacak, ki ben de Kutsi değilim, fazla zorlamanın lüzumu yok, örnekleri çoğaltabilirsiniz kendiniz. Derdim kendi uyuşturucularımızın farkında olmamız. En azından inkar etmememiz.

Sevilmek mesela dünyanın en büyük afyonlarınan biri bence. Sevmek değil, insanoğlu nankör, açgözlü, bencil ve maymyn iştahlı. Bugün onu severken yarın farklı bir şeyi sevebilitesi apaçık. Ama sevilmek bambaşka bir şey. Varlığı hayata bağlayan, yokluğu hayattan koparan bir olgu. O kadar alışıyor ki insan sevilmeye zamanla, -sadece ilişki bazında değil, arkadaşlık bazında da- yaptığı her hareketle ortalık orospusu durumuna düşüyor. Adama bakıyosun, her hareketi milletin takdirini kazanmak için. Hatuna bakıyosun, her hareketi "başkası ne der" diye. Kendine yakıştırdığını değil, yakıştırılanı giyer; kendine yakıştığı değil, yakıştırılan şekilde davranır. Kendi hapishanelerimizi kendimiz inşa edip içinde savrulup gidiyoruz 24 saat denen zaman diliminde. Bir daha, ve bir daha.

Bu sorun aslında hepimizin sorunu. Şahsım dahil, yaşadığı ilginç şeyleri kendi gözleriyle görmek, zevk almak yerine telefona sarılıp, başkaları bunu yaşadığımı/gördüğümü görsün de beni cool sansın diye kameraya almaya çalışmak o kadar ilginç bir trip ki.  İlişkiler de böyle artık. Birbiri için yaşamıyor insanlar. Kendi için bile yaşamıyorlar. Hep dışarısı için. Hep başkalarından beğeni almak için. Belki yanındakinden çok değer veriyor insanlar aldığı like'lara. Sahilde içtiği bir çayın, soğuk bir rakının manzaralı fotoğrafını çekmek için tadını kaçıran, damağındaki lezzetten feragat ettiğinin farkında olmayan kalabalığın sayısı o kadar fazla ki. Yanında sevdiğim dediği kişi, elinde telefon, al sana modern ilişki.

"...Ustam!
Ne zaman o senin bildiğin zaman,
Ne sevda gördüğün masallardaki.
Eskiden,
Halı tezgahında dokunurdu aşklar,
Nakış nakış, körpe kız ellerinde.
Mendillere yazılırdı isimler,
Yüreklere kazılırdı gizlice.
Sevdalılar asil ve de yürekli
Sevdalar, kavgalar iki kişilik..."

Artık iki kişilik değil sevdalar. Sevda da bir ütopya oldu zaten, insanlara ezik geliyor böyle laflar kullanmak, alaturkalaşmak, gelenekçilik. Artık kaç kişilik ilişkiler eskitiyoruz bir bilseniz;  "başkaları ne der?" diye öyle garip hallerdeyiz ki. Baktım ve gördüm, bir köroğlu bir ayvaz dönemi çoktaan mazide yerini almış be sevgili okuyucu.

Sonu da belli bu hayatın. Yalnızlık. Sadece sosyal medya statüsü olarak "ilişkisi yok" yazan yalnızlıktan bahsetmiyorum elbette; en yakın arkadaşının, kardeşinin, ailenin, 'sevgilim' dediğin insanın yanında bile yalnızsın artık. Yanındayken telefonunu kurcaladığın süre, sevgilinin gözlerine baktığın süreden fazla ise vay haline. Mevlana'nın "yalnızlık adam olmayanların vereceği saygıdan, sevgiden yeğdir" sözünü duyunca 'işte tam beni anlatıyor' diyip kendi kafeslerine kılıf uyduranların yalnızlığı bu. Adam dolu, ama bakmasını, görmesini, konuşmasını, haketmesini bilene.

"Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür" demiş Anton Pavloviç Çehov abimiz. Herkes Leyla için çöllere düşme derdinde, ama önce kendi çöllerinden kurtulmak gerektiğinin farkında bile değil. Binaenaleyh, aslanlar çiyanlar.

"...Oysa şimdi;
Çorak gönüllere ekiliyor sevdalar seher vakitlerinde.
Meşru sevdalardan,
Gayrı meşru acılar doğuyor kundaklara,
Günahkar gecelerden... "

Ne güzel söylemiş Serkan abimiz. O kadar çoraklaştık/çoraklaştırıldık, o kadar hissizleştik ki artık, yalnızlık pusuda bekleyip sana çöreklenmek için belkemekten çıktı; direk onun kucağına oturur olduk noel baba misali. Ve kendi çöl hapishanemizde bir damla suya muhtaçken; seni, belki görmediğin vadilere götürecek o kadar fırsatı tepiyorsun ki; ya haline acımaktan, ya taktığın at gözlüklerinden. Biliyorsun, ama görmek istemiyorsun, duymak istemiyorsun be sevgili.

Bana kalırsa en büyük uyuşturucu yalnızlıktır. O derece dibe çeker ki seni, kendi kendine yetebildiğin yalanlarıyla öyle avutur ki, gözün kendini bile görmez olur. Kendiyle barışık, kendi iç huzuru, kendi xxx'i gibi saçma sapan safsatalarla kendini avutur durursun dipsiz kuyunda. Geleni de dibe çekmek istersin, sen gibi olmayanı senleştirmek. Belki gelen cidden sever seni, bir umut oradan çıkarabileceğini, seni kurtarabileceğini düşünür yalnızlığın koynundan; ama kuyunun dışındaki sıcaklıktan o kadar korkarsın ki. O kadar alışmışsın ki yalnızlık tadsız tuzsuz emziğine, sana değil bir yudum su, ovaları getirecek olana bile mırın kırın yaparsın. Sosyal medya profillerin yeter sana. Yüzlerce, binlerce arkadaşın var sonuçta. Kuyu selfie'in 150 like almış baksana!

"Aşık mı olmadım taparcasına?
Bir Mecnun geçti o çöllerden bir de ben.
Diz mi çektirmedim alemde Kerem gibi,
Ferhat gibi gürz mu sallamadım dağlara,
Ne Leyla yar oldu bana ne Aslı ne Şirin." -Cahit Sıtkı

Özetle çöldesin, hapishanedesin ve dipsiz bir kuyudasın. İstersen tüm dünyaya yet, boş. Yalnızlık günümüz insanının kaldığı en büyük sınav bence. Üstelik farkında bile değil kaldığının. Yaranamadık be Cahit Abi. Ne yaparsak yapalım yaranamadık. Dağları bırak kıt'aları aştık; ama sevdiceğimiz gözümüze bakıp anlamadı ne çile çektiğimizi. Bülbül de o kadar öttü, boşa öttü. Sonra sapladı gülün dikenini kalbine. Boşa yani çektiğimiz kürekler. Gelmediler. Gelmeyecekler.

Gelelim sana kadim dostum; Oğuz Atay'ın Olric özentisi, can yoldaşım Refik. Uzun zaman oldu farkındayım. Paslanmışım da. İki lafın belini kıramadık cidden. İçerik olarak dolu ama edebi olarak boş bir serzenişle daha seninleyiz. Beni tek bırakıp gitmeyecek şeyin sen olduğunu bilmek bile yalnızlığımı alıyor biliyor musun? Sen sen ol, yalnızlığın koynuna girme. Soğuktur o. Sıcak denizlere in, benle takılmaya devam et. Daha fazla zorlayıp kafa açmaya da gerek yok be dostum. En kısa zamanda görüşeceğiz nasılsa.

Gecenin özeti rahmetli Tuncel Kurtiz abimizden gelsin:
https://www.youtube.com/watch?v=D7dL8m1cgaw
Gecenin şarkısı da şu olsun:
https://www.youtube.com/watch?v=Je35sbpVgFc

Edit: Bütün 'Şey'ler ayrı yazılır farkındayız. Zarf atmak için yaptık canıms'lar. Belki de onu bilecek kadar imla bilgim yok. Kim bilir? :)

30 Ekim 2013 Çarşamba

EGO 301- Beklentiler Üzerine

Bazen soruyorum kendime "ulan çevremdekileri çok mu kullaniyorum" diye. Sonuçta hepimiz insaniz, diğerlerine ihtiyacımız var. Sözde hepimiz kendi ihtiyaçlarını karşılayan bireyleriz ama işin aslı öyle değil. Muhtacım. Sen de muhtaçsın, hem de herkese. Sıkılınca muhabbet etmek için de muhtaçsın arkadaşlarına, yalnız kalmak istediğinde yanından gitmeleri için de. Güçlü olmak için de insanlara muhtaçsın, zayıf olmak için de. Görmezden gelmek için türlü oyun yaptığımız o biçareliğimiz gelip de yapışınca yakamıza, sudan çıkmış balığa dönüşümüz de bu yüzden değil mi?

Bekliyorum insanlardan. Hem de çok şey. Düşünüyorum kendi kendime, cidden yüz verince astar beklemek değil benimkisi; astar verince yüz beklemek. Ama onu da göremeyince kırılıyo insan. Bir aydır birinin tel telefonla halledebileceği bir işi bekliyorum, 'tamam bu beni taniyor' dediğim insanlardan bazı şeyleri söylemeden anlamasını bekliyorum, ev arkadaşımdan bile sıçınca sifonu çekmesini bekliyorum. Ama o adam o telefonu etmiyor, diğeri "ama sen bunu bana söylemedin ki" diye sitem ediyor, öteki de "abi valla çektim sandım diyor. Kırılıyosun ve kızmak istiyosun. Ama kime kızasın? Herkes kendince hakli, herkes kendi derdinde. Peki ya suçlu kim? Sorun nerde?

Büyüdükçe artıyor beklentilerin. Senden beklenilenler de. Yetişemiyosun hepsine, insansin sonuçta, ve bir gün de 24 saat en nihayetinde. Ama yetişemediğin her beklenti yapışıyor yakana, çöküyor gırtlağına. "Niye" diye başlayan birsürü soru çevreliyor etrafını. 'Ama' diye başladığın her sözün o saatten sonra bahaneye dönüşüyor. Ve yine kırılıyosun. Anlayışlı dediğin her insan o anda bütün kapılarını kapatiyor sana. Sadece çeneni yoruyosun, sadece kendini. Yolda yürürken başına ufo düşse de, kamyon altında kalmış olsan da önem arzetmiyor o an. İnsana da en çok uğraştığı şeylerin sonucunu alamayip başkalarını hayal kırıklığına uğratmak koyuyor. Hayal işte. Bizim dünyamızda hayaller kırılmak için var.

İşlerin yolunda gittiği zamanı hatırlamaz insan, ama bir kez rayından çıktı mı tren, durduramazsin; durduramiyosun. Sana bir verip beş almayı öyle iyi biliyor ki hayat; ağzın açık aval aval bakıyosun öyle. 

Dostlarim çok şey kattılar bana, ama en çok, şu hayatta kötü insanlardan korkmamak gerektiğini defalarca öğrendim. Taş sana uzaktan gelmez diye bir söz var ya, taşlardan sakınmaktan önümüze bakamaz olmuşuz hepimiz. Gerçi buraya gelirken kimse "bura güllük gülistanlik, kral mekan" demedi ama, her yediğin taş, 10 taşlık zarar veriyor sana. 'Ulan anama sövseydi daha iyiydi' dediğim o kadar olay oluyor ki günaşırı, artik alışır hale geliyosun bu duruma. Hani anana sövse gider ağzını burnunu dağıtırsın, dayak yesen bile eve dönünce bi 'oh be' der rahatlarsın. Ama güzel beklentine karşılık gelen her taş boğazını düğümlüyor. Sanki sen sezarsın, onlar brütüs, senatoda bıçak darbelerini yedikten sonra ölmeden önce bi de yatırıp tecavüz ediyolarmış gibi hissediyorsun. Bizim dünyamızda batan balık direk aşağı, dibe gider. 

Daha 22 yaşında vasiyetnamesini yazmış bi insanin kelimeleridir şu okuduklarınız. Bırakacak hazinelerim olduğu için değil lan, hakları geçenlerden helallik istemek için. Yazarken farketmiştim, epey de kalabalik liste. İşte o zaman anladım acziyetimi.  Ve o zaman duydum her sabah aynada kendine küfür etme gerekliliğini. Kendime edeyim ki başkalarına etmeyeyim. İğneyi de çuvaldızı da kendime sokayım ki başkaları zarar görmesin. Ancak ayna konusundaki becerikliliğimi diğer konularda gösterebildiğim pek söylenemez. N'apalim, hayat.

Herkesin başına gelmiştir bu; sende 10 varken 2 de borç bulup 11ini vermişsindir başkalarına, ama onda 100 varken çıkarıp 5 vermemiştir sana. 'Yok o öyle insan değil' dediğin her insan en az bir kez o lafı sokmuştur senin bi tarafına. Bizim dünyamızda astar verirsin, ama yüz alamazsın.

Beklenti hayale dönüşür zamanla, ya da tam tersi. İkisi de ayni bokun laciverti zaten. Sonra yıkılan hayallerinin altında kalırsın. Onca basit, önemsiz dediğin şeylerin asıl ağırlığını altında kalınca anlarsın. 'Keşke sezar olaydım da, tüm senatörler tek tek kestanemin tadina bakaydı' diyecek hale getirir beklentiler seni. Hayal kurmadan da hayat yaşanmaz. Ne yapmali? Bizim dünyamızda hayat, bütün uçları boklu bi değnek.

Bu yazımda refik'e diyecek birşeyim kalmadi. Zira o pezevenk bile birşeyler bekliyor her yazımda. Gönül isterdi ki bir şarkıyla noktalayayım, ama o da içimden gelmedi bu akşam. 300lü derslerimiz hayırlı uurlu olsun. Hamdık, büyüyoruz, olgunlaşamayacağız. 

Esen kalın.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

EGO 204 – Tüm Arkadaşlarıma Açık Manifesto


“Çün Zerre Vefa Bulmadım İhvan-İ Zemandan
Şol Yüzleri Dost Özleri Düşmandan Usandım” –Ahmet Kuddusi


Öncelikle bu yazıyı ciddi bir sinirle yazmış olduğumu ve hitab edilen kişiler dışında üzerine alınabilecek kıymetli arkadaşlarımın hepsinden özür dilediğimi bildirmek isterim. İş bu yazı üerinde geçen kişiler-kurumlar tamamen benimle ilintili olup, bireylere hitap amacıyla hafifletilmiş bir dille yazılmıştır.

Emrah Mahzuni’nin çok sevdiğim bir şiiri vardır; tamamını paylaşıp burada şiiri ziyan etmek istememekteyim. Şiirinin son mısrasında der ki: “Emrah, taş sana uzaktan gelmez.”

Çoğumuzun başına da onlarca defa gelmiştir bu durum, belki kendinizden çok değer verdiğiniz insanların, arkanızı döndüğünüz anda attığı taşlardan o kadar çok yara olmuştur ki, kafanız-vücudunuz-benliğiniz, yeni yaralara yer kalmayacak vaziyete gelmiştir. En azından benim için durum bu. Bugüne kadar bu konuda hiçbir serzenişim, şikayetim olmadı, ama an itibariyle bardağın taştığı yerdeyiz. Ben bu güne kadar elimden geldiği kadar yaptığımı insanların yüzüne vurmamaya gayret ettim, ancak bu tip insanların benim bu çabama layık olmadıklarını anladım. Şimdi sırayla insanlara gelelim:

1-Lise arkadaşım, erkek, yaş: 23 : Mazimiz oldukça geçmişe dayanan bu zat-ı muhterem zamanında şerefsizin önde gideniydi, insanların arasında laf taşıyıp sonra da kavgalarını büyük bir zevkle seyrederdi. Benimle de ilgili söylediği onlarca lafı sabır diyip yutarak üniversiteye geldik. Üniversitedeki eski kız arkadaşlarımdan biri hakkında da “lan uur bu çirkinle mi çıkıyormuş hehe” gibi puştça bir cümle kullanmış. Benim kulağıma geldi tabi, ben de bir seferlik ses çıkarmadım. Şimdi beni bilenler bilir, bir kızın gözümden önce aklımı etkilemesi lazım ki, kızcağız da bi Alex değildi. Ama seviyordum. Kaldı ki be pezevengin evladı, sana ne benim kimle sevgili olduğumdan? Herneyse aynı lafı 2.defa tekrarladığını öğrendiğim gece babamdan gizli (o zaman ehliyetim yok) arabayı kaçırarak bunların evine gittim ve bunun arabasının yan kısmına yaklaşık 60-70 le çarptım (bizim araba da bi Alex olsaydı 100le de çarpardım, 150 ile de). Gürültüden aşağı inen anne-babasının gözü önünde gırtlağına yapıştım, “sen yediğin boku biliyorsun, özür dilemezsen ailenin önünde sana yapacaklarımı o minik beynin almaz” dedim, özrünü diledi ve olay kapandı. O kazadan da bizim araba yalan oldu, pezevengin de jipi vardı, yarı hasarla çıktı. Benim de halen acısını çektiğim sol ayak bileğim zedelendi, o kadar. Şimdi o çocukla hiç olmadığımız kadar samimiyiz, ve hatta geçtiğimiz haftalarda beni 3-4bin liralık bir durumdan 10 saniyede kurtardı, sağolsun, varolsun. Kıza gelince, ona durumu uzunca bir süre anlatmadım, bileğimi de onunla yaptığım bir tartışma sonucu duvara vurduğum yalanını söyledim. O kıza da birazdan geleceğiz.

2-Arkadaşımın kız arkadaşı, kız, 25 = Kendisi ile kardeşim kadar sevdiğim bir arkadaşımın arasını resmen ben yaptım diyebileceğim mutlu bi ilişkileri vardı, yaklaşık 4 küsür yıldır, bu yakınlarda da bitti gibi. Şimdi yetiştiriliş tarzıyla bu kız oldukça şımarık, dediğim dedikçi ve insanları yönlendirmeye meraklı bir karaktere sahipti, toplu buluştuğumuz her zaman hanımefendinin keyfine göre hareket etmeyi kendimize vazife belledik. Benim arkadaşımı, sırf eski sevgilisi benim oturduğum semtte oturuyor diye evime bile göndermedi, ben de çocuğa olan saygımdan eyvallah dedim. Sonra bir ara kıskançlığın dozu daha da kaçınca ben bir defa uyarayım dedim, ve bana da tripler ve laf söylemeler başladı. Her ne kadar kendimi masumca açıklamaya çalışsam da 3 yıllık arkadaşlığımızı bir kalemde sildi, ergence bir şekilde feysbuk ve bilimum sosyal ortamlarda benimle arkadaşlığını kesti. Biliyorum ki bizim çocuğa da “onunla bir daha görüşmeni istemiyorum” gibilerinden tripler de attı, ama ne ben ne de arkadaşım dinlemedik, arada birkaç defa görüştük. Herneyse bunlar ayrıldı, biz de iki bekar bıçkın delikanlı olarak dertleşmek ve kafa dağıtmak için dışarı çıktık; onun haberini alıp bizim olduğumuz yere ağlayarak geldi, Mustafa Topaloğlu’nun tabiriyle: “muhabbetin ağzına sıçtı”. Yine ben orda kendisine birşey demedim ve başbaşa kafa dağıtıp dertleşmek üzere dışarı çıktığımızı söyledim, hatta ağlarken gözyaşlarını bile ben sildim, elimden geldiğince büyük bir kavga çıkmamasına çalışıp iki tarafı da sakinleştirmeye çalıştım. Mekandan çıkınca o ağlayan masumane kız gitti, yerine bize hesap soran “ne arıyosunuz lan burada” gibilerinden laflar söyleyen bir kız geldi. Ben yine çocuğa olan saygımdan eyvallah dedim, bir kenara çekildim. Neyse bizim delikanlı kızı evine bırakmak için gitti, ben de hiç ses etmedim. Sonrasında da beraberinde getirdiği 1'i dingil iki arkadaşıyla kalakaldık ve 3 erkek birşeyler yapmaya karar verdik. Yolda kızdan gazı alan dingil bıçkın delikanlımızda bana laf sokmaya çalışmalar, “bu rezillik hep senin yüzünden çıktı” şeklinde atıflar, laf söyleyince de tripler. Ben dayanamadım “lan bu ne olm karı gibi trip yapıyorsun, delikanlı gibi benimle bir derdin varsa söyle” diyip yakasına yapıştığım anda kestaneci kılıklı sivil polis abi elimden zorla aldı. Neyse uzun lafın kısası kız kendini benimle bir sidik yarışı içerisinde olduğunu ve kazandığı konusuna inandırdı ve ben eyvallah dedim. Şimdi sıra o’na hazırladığım laflarda:

Lan zeka ve hanımefendilik abidesi güzel kız kardeşim: Ben ki kardeşim dediğim çocuğu eski sevgilisinden ayırıp, seninle arasını yapan, senin hakkında kafasındaki soruları konusunda elimden geldiğince yardım eden, bizim festivalde çocuk eski sevgilisine selam verdi diye götüm götüm uzaklaşırken ikinizi kolunuzdan tutup yapıştıran, senin attığın bütün triplere sırf kardeşim yüzünden eyvallah diyen, kavga ettiğinizde aranızı yapan, kendince benimle arkadaşlığını kestiğinde ağladığında gözyaşlarını elleriyle silen, ve halen sırf çocuğa olan saygımdan dolayı sana bir ‘lan’ biye diyemiyen bir insanım. Sen ki bütün bu bokları yiyebilip hala gururla ortada dolaşıyorsun, eyvallah. Bilmez misin ki eğer senin bizim oğlanı bana karşı gazladığının 50de1'i kadar ben sana gazlasam, bir hayalden arda kalan hatıralar olacaksın, gideceksin. Ve hala ben sesimi çıkarmamaktayım. Ama yok abi, hiç kusura bakma, benden de sana gösterilen son sabır taneciği an itibariyle tükenmiştir, selametle.

3-Üniversite arkadaşım, erkek, 23 = Bizim okuldaki gayet kaliteli, namazında niyazında, halen de kendim kadar sevdiğim bir arkadaşımdır kendisi. Ben bu çocukla tanışmadan önce kendi başına sinemaya giden, kendi başına yemek yiyen, kısacası hayatı kendi başınalıkla dolu bir zat idi. Buna ilk beraber, erkek erkeğe sinemaya gitme fikrini veren, şuanda içinde bulunduğu çevre ile tanıştıran, sevdiği kıza ilk çıkma teklifini ettiren, taktik veren adam benim. Buna karşın ailevi gerekçelerden dolayı okula uğrayamadığım birkaç ayda kendisi ve birkaç arkadaşımız bana karşı birbirlerini doldurmuşlar, öyle ki benim hakkımda söyledikleri kulağıma te Eskişehir’de ulaştı. Ben de okula döndüğümde bu konuyu konuşmak üzere kendisine derdinin ne olduğunu sordum ve aldığım cevap beni oldukça tatmin etti(!).  

Orta çapta bir maddi sıkıntı çektiğimiz dönemde birkaç defa bunlara “siz ödeyin abi, hallederiz” dediğim, toplamda belki 50 lira olmayan taksi parası, sonra benim bunun odasında yediğim gofretler, dolabından alıp içtiğim sodalar; yanı kısaca ben onu kullanıyormuşum, bu da rahatsızlık vericiymiş.
Be kardeşim: Velev ki o oda benim olsaydı, sen misafir olarak gelseydin, bilmez misin ki canının istediği birşeyi “ama uur kızabilir” düşündesiyle yemezsen senin ağzını yüzünü kıracağımı, bilmez misin ki benim arkamdan konuştuğun şeylerin maliyetinin toplasan 100 lira, hadi 500 lira olsun lan, olduğunu ve benim senin yanındaki rahatlığımın, samimiyetimiz üzerine, seni de kendim gibi gördüğüm için olduğunu, bir daha siksen senden ve odandan iğne almayacağımı, bilmez misin?
Bilmez misin ki kimse seninle arkadaşlık dahi kurmaya tenezzül etmezken yanında benim olduğumu?

Neyse söylencek çok söz var ama burada mübarek Mahzuni’den bir dörtlük daha yazayım: “Karlar yağdı şimdi başa, Zehir katmışlar tüm aşa, Çorap ördü garip başa, Koyun diye güttüklerim.”
Ha kendisiyle şimdi olan dostluğumuz devam ediyor, yukarıda Allah şait kendisinden manevi dostluğu dışında hiçbirşey talep etmemekteyim, etmem de. Ama bu yazıdan sonra benimle arkadaşlık takdiri ne olur bilemem. Ama içimde kalmasından iyidir. Sonuçta arkadaşlık dediğin 3 paket bisküvi, 2 şişe soda ve birkaç litre ice tea’den değersiz olmamalı.

4-Üniversite arkadaşım, erkek, 24 = Bu arkadaşım da halen kadim bir dostum olmakla beraber tanıştığımız günden beri benimle sidik yarışı içerisinde olan, antin kuntin işler peşinde koştuğunda bile “lan olm yapma böyle şeyler, zarar edersin” diyerek arkadaşlık vazifemi yaparak uyardığım zamanda bana siktir çeken, ve kendisine yüzlerce iyiliğim dokunmuş, karşılığında manevi dostluğundan başka birşey istemediğim bir zat’tır. Şimdi de kendisi babamın bana ettiği, zamanında gırgırına kendisine söylediğim sözü diline dolamış. “Biz seni İstanbul’a okumaya gönderdik, sen gittin it oldun.” Tamam bu söze beraber gülüp eğlendik, benimle her konuda kendini yarış içinde hissetmen gerçeğini de göz önünden çıkardım, niye benim arkamdan millete “ehuehue uur it oldu ehueheue” şeklinde laflar söylüyorsun?
Sen ki sevgiline bulaşan telefon sapığını bile savuşturmaktan aciz, benden bunu rica ederken ve ben bu durumu inanılmaz hararetli bir şekilde hallederken yanımda kikirdeyen, %100 dayaklık bir adamsın. Sen ki ciğeri 5 para etmez adamları sırf parası senden çok diye gelip bana öven, halen antin kuntin işler peşinde koşan bir adamsın. Sen ki hazırlıkta değil kızlar, erkekler ile dahi nasıl konuşmasını bilemeyen, kızların normal konuşmasından bile tahrik olan bir adamdın ki yalan söylüyorsam ben ortaya annemi koyuyorum. E canım kardeşim, kadim dostum, neden millete hala benim arkamdan konuşma, farkında olmayarak, belki iyi niyetinden olsa da milleti bana karşı fişekleme gayretindesin? Sana da Mahzuni’den bir dörtlük gelsin: “İmdat sesimi duymadı, Eşim bile beni saymadı, Adam sınıfına koymadı, Önüne kemik attıklarım”.

5- Hoşlandığım kız, kız, 22= Yaklaşık 1 yıl kadar önce bir arkadaş ortamında tanıştığım, önceleri gayet mantıklı gelen ve bana her konuşmasında “bak ben 5 yıllık bir ilişkiden çıktım, seninle bir geleceğimiz var, çocuğu tamamen unuttum ama bana birazcık zaman ver” diyerek kendini bana acındırmış, bunca zamanımı çalmış bir abladır. Bana her “eski sevgili olayım kapandı, bir daha ona dönersem ne olayım, hayatımda sadece seninle bu manada görüşüyorum” diyerek ağladığın zaman kenara 5 lira atsaydım, şimdiye bir araba almıştım zannımca. Sonunda bu kız gitti, eski sevgilisine döndü, şaşırdıysam namerdim, ama olan benim zamanıma oldu. Şimdi sözüm sana:

Sen ki eski sevgilin hala rahatsız ettiğinde sırf ondan seni kurtarmak için çocuğu aradığımda bana atar yapmaya çalıştın. Bilirsin ki “ben aşiret çocuğuyum lan ver adresini” diyen çocuğa posta kodum dahil adresimi verdikten sonra, ava gelirken onu avlayacak kadar gözünü karartmış ben, senden zerre bir talepte bulunmadım, o zaman babanın maddi durumunun benden iyi olmasına rağmen senin babanın 1 lirasını yememek için elimden gelen tüm çabayı sarfettim. Babana kafan atıp gece eski sevgilinin yanına gittiğin zaman, babanın beni iki büklüm şekilde beni arayıp “ya sen kızımın galiba erkek arkadaşısın, numaranı kızın telefon faturasından buldum, en çok aranan numara sensin, yalvarırım en azından söyle kızım seninle mi” dediğinde bile sen sevgilinle sevişirken babanı sakinleştiren adam bendim (Allah hiçbir babaya bu durumu yaşatmasın). Sen ki benimleyken yaptığın tüm hatalarda, anne-babanın boşanmasını, bunun sende yarattığı çöküntü yüzünden böyle saçmalıklar yaptığını söylediğinde sineye çeken bendim. Kaldı ki belli bir yerden sonra ben seninle birşeyler istediğimden değil, tamamen senin iyiliğin için sana zamanını ayıran, velev ki eski sevgilinden kurtulabilme durumunda sana “güle güle” demeyi planlayan insandım ben ve bunu sana da söyledim. Senin hakkında orda burada demediğini bırakmayan, değil namusun, insanlığına dahi ağıza alınmayacak sözler söyleyen eski sevgiline dönerken bile “bak iyi düşün ve kararını ver, hayat senin hayatın” diyen ve kendim için zerre birşey istemeyen bir adamım. Ha şimdi gittin de ne oldu, aynı durumlar tekrarlandı. Bil ki benim kapım insana birçok kez açılır, ama bir kez kapanır. (Fazla NihatDoğan-vari bir söz oldu ama neyse).

6-Hoşlandığım kız, kız, 22-23(doğum yılını valla bilmiyorum be hacı) = Bu ablamız da belki bugüne kadar tanıştığım kızlar arasında birlikte bir geleceğimiz olma ihtimali en yüksek olan kişi idi. Entelektüel seviyesi benden yüksek, oturmasını kalkmasını bilen, istisnasız hayatımda gördüğüm en mükemmel insandı. Birbirimize karşı birşeyler hissettiğimizi 7düvelin bilmesine karşın O’na karşı bir hamle yapmadım, yapamadım; benim geçmişimi temizlemeden O’nun gibi birisiyle olmaya çalışmanın kendisine haksızlık olacağını söylemedim, söyleyemedim. Burada bütün eşeklik tarafıma aittir. Bir de üst taraftaki ablanın eski sevgilisiyle olan çakma kurtuluş muharebesinde aldığım rolü öğrenmiş olacak ki, benimle bir anda irtibatı kopardı ve görüşmedi. Bu hareketiyle bile bendeki değeri kat kat arttı, çünkü ben abuksabuk insanlarla geçmişimi unutup O’na hazırlanmaya çalışırken O beni benimle bırakmayı seçti. Benimle irtibatı kestikten uzunca bir süre sonra kendimi açıklayan ve özrümü dileyen bir mesajı tarafına attım, fakat 2.bir şans istemedim, isteyemedim. Öğrendim ki benden hemen sonra birini bulmuş, ama pek beceremeyip ayrılmış ve şu anda geridönüş planı yapmaktaymış. Aman diyeyim etme. Kendin için değil, benim sana olan saygımı yıkmamak için etme!

7-Eski sevgili, kız, 23= Bu ablamızla alakalı söylenecek çok söz var, ama yapmayacağım, olayların sadece konumuza bakan kısmına değinip geçeceğim. Şimdi numara 1’deki elemanın sözlerinde bahsettiği ablamızdır kendisi, zamanında mazimizin derin ve yoğun olduğu, fakat benden önceki geçmişinde boğulmaya mahkum bir zat’dır. Biz bu ablayla yaklaşık 3 yıl kadar önce iyiydik, hoştuk. Sebepsiz ağlamalarına omuz, işlerinde yardım, sıkıntısında dert ortağı oldum. Yukarıda Allah var, belki kendisi benim o’na kattığımdan daha çok şey kattı bana. Ama hep bir parça eksik gibiydi bende, birlikteyken hep ikimizin arasında duran bir gölge, bir duvar var gibiydi sanki. Ondandır ki birgün tv’de Kolpa-Böyle Ayrılık Olmaz’ın klibini gördüğümde “bu da bizim şarkımız olsun” dedim o’na, “ama bu ayrılık şarkısı ki” diyerek bön bön bakmıştı, ama ben o günden sona kadar bir sonumuz olmayacağını bilmekteydim, ama insanın başına ne gelirse ya meraktan ya kürek(!)ten,  bendeki bu duvara duyduğum merak devam etmemize vesile oldu. Binaenaleyh benim de kendisine birtakım kolpalıklarım oldu, zira ben oldukça tecrübesiz ve kadınlara duymak istediklerinden çok kendi düşüncelerimin söylenmesi gerektiğini düşünür bir vaziyetteydim. Neyse belki duygusal olarak en çöküntüde olduğum, o’na en ihtiyacım olan zamanda ayrılışımıza ses etmedim, durumu burda açıklayıp da kendimi size acındırma gibi bir niyetim de yok.

Be zalımın kızı: Sen dememişmiydin bana “benim kapanmayan hiçbir defterim yok, geçmişim temiz, olanlar da bitti” diye; senin evini beraber taşırken duygulanıp ağlamıştın da, sana omuz olmuştum. Meğersem o geçmişinde boğulmaya mahkum olduğun o eski sevgilinin t-shirtünü bulmuşsun da eşyalar arasında ona ağlarmışsın. Saftirik ben işte, herkesi kendi gibi sanan, gereksiz insanlara gereğinden çok değer veren, kendini paralayan ben. Senin için pederin arabayı, kendi ayağımı, senden sonra gelen o mükemmel insanı harcayan ben. Şimdi burada ne desem kuyruk acısı olacak, o yüzden burada bırakayım, olayların içeriğini romanımdan okursunuz artık.
Sana da Mahzuni’nin şu dörtlüğü gelsin: “Emrah taş uzaktan gelmez, İnsanoğlu kıymet bilmez, Kötü günde kimse olmaz, Nerede elin tuttuklarım?”

Ama bütün bunların dışında, benim hiç mi delikanlı arkadaşım yok? Elbette var, hem sayıca hem de yürekçe, hayatımdaki kolpaların sayısından kat kat fazla. Burada saydıklarım bilerek ya da bilmeyerek kolpalayanların bir kısmıydı, ama hayatımda öyle de delikanlı insanlar var ki, sırf dostluklarının hürmetine insanın namaza başlayası geliyor. Sırf birinden borç almayı gururumuza yedirmediğimiz için 6 gün boyunca sadece bulgur pilavı yediğim bir kadim dostum var mesela. Babası batmanın, kendi de okuldan atılmanın eşiğindeyken benim derdim için Ankara’dan çıkıp gelen, kendi okulunu hiçe sayıp benimle 2 ay kalan bir dostum daha var. 1.90 boy ve üzeri 2 dostum var mesela, biri biraz kolpadır ama ikisi de delikanlılıkta yarışır. Benden zeki hukukçu bir dostum var mesela, daha sorunumu anlatmadan hareketlerimden anlayan ve çözüm üreten, annesini annem kadar sevdiğim. Bir dostum daha var mesela, halen babası vefat etmeden önce son defa görme şansımı aptal bir konu yüzünden çarçur ettiğim, ve bu durum yüzünden hala her sabah aynada kendime küfür ettiğim, hayatımda gördüğüm en çalışkan ve metanetli insan olan bir dostum. Üniversitede tanıştığım onlarca dostum var, kardeşlerim var, hepsi adam gibi adamlar. Bir de atkafası var tabii, o da kendini biliyor.

Bu yazıyı yazmaktaki amacım milletin kusurlarını açığa çıkarmak ya da kendi yaptıklarımı kişilerin yüzlerine vurmak değil. Zaten peygamberimiz de “Kim, müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da onun dünya ve ahirette aybını örter” demiş, ama bazen ayıp örtmekten bir bakarsınız kendinize yorgan kalmaz, işte bu derece egoist bir zat olan benim; bu dostlarımın üzerinden yorganı alıp kendi üstüme ötrüşümün temsilidir bu manifesto. Her ne kadar kendilerine giydirmiş olsam da bu 7 kişinin 6sı için canımı, ruhumu vermeye hazırım. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Milletimizin îmanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” O’nun himmeti milleti idi, benim nacizane himmetim de dostlarım, hayatıma giren insanlar. Ola ki burada yazdıklarım dahil herhangi birisinin iyiliği uğruna olsun, ben şu nacizane hayatımdan vazgeçmeye hazırım. Onlardan da tek bir ricam var; arkamdan konuşmasınlar, benimle dertleri ne ise gelsinler, yüzüme söylesinler. Anneme küfür etmedikleri sürece ‘eyvallah’ dışında tek laf edersem namerdim, bu da böyle biline.

Bu da şarkısı olsun, yazının başındaki sözle alakalıdır kendisi: http://fizy.com/#s/1046r6

15 Ağustos 2012 Çarşamba

EGO 203 – İnsan, Kınadığını Yaşamadan Ölmez


"Saat on ikiden sonra bütün içkiler şaraptır." -Cemal Süreya


Sevgi ne güzel şey değil mi? Tanrının bize verdiği en güzel hediye. Hiç olmadık zamanda içimize alev gibi düşen, dünyadaki en güzel duygu bence. Hayatın gerçek anlamı değil mi? Sadece sevgili anlamında söylemiyorum. Bütün sevdiklerimizin kıymetini bilmeliyiz. Çünkü onları ne zaman kaybedeceğimizi bilemeyiz ki. Onları ne kadar çok sevdiğimizi söyleyecek şansımız olmayabilir.

Kadir Gecesi dedik de aklıma bir hikâye geldi, anlatayım da günahıma sizi de ortak edeyim istedim. Yaklaşık birkaç yıl önce tam bu zamandayız, İstanbul’dan da bir misafir arkadaşımla beraber Ramazan’ın son 10 gününü geçirmek için Eskişehir’e geldik. Her gece iftardan sahura kadar dışarıda itlik peşineyiz; kahvehanede bilumum kâğıt oyunları, internet cafelerde bilumum fps oyunları, halı saha, drag yarışları vs. içimizdeki liseliyi yaşatma eğilimindeyiz. (Kahvehane dedim de gidip orada 6lı ganyan oynamıyoruz, sahura kadar tek açık yer orası, ha bir de gece kulübümüz var, napalım oraya mı gidelim?). Kadir Gecesi geldiği zaman malum arkadaşıma ve liseden birkaç kişiye dedim ki: “Ulan bu böyle gitmeyecek, iki hayır hasenat, faydalı bir iş yapmak lazım, malumunuz yarın gece Kadir Gecesi, camiye gidiyoruz.” Tayfaca anlaşıldı ve Kadir Gecesi evde iftar yapıldı. Gerek televizyonda gerekse bizdeki uhrevi hava benim pedere nüksetmiş olacak ki; “hadi gelin Akşam namazını kılalım” dedi büyük bir hevesle; önde peder, arkada biz kıldık ve apartmandan dışarıya, bizi arabayla alıp camiye götürecek arkadaşımızı beklemek üzere dışarı çıktık.

Beklenen arkadaşın birazcık geç kalması hasebiyle biz tam camii yolu üzerindeyken Yatsı ezanı okundu. Zaten camiden kaytarmaya yer arayan 3 zibidi arkadaşım ve ben yetişmek için vaktimiz olmadığını, oradan bir cafeye gidip, eve dönüşte namazı kılacağımız konusunda anlaştık. Tam cafe yolu üzeridenken o dönemde var olan kız arkadaşım kandil münasebetiyle beni aradı ve babasının an itibariyle içtiğini, kendisinin de yanında durduğunu söyledi. Ulan ben Akşam namazımı kılmışım, Yatsı için abdestim var, hani işler yolunda giderse kayınpeder diyeceğimiz adam içiyor, resmen katli vacip; buna kayıtsız kalamazdım. “Vay pezevenge bak, Kadir Gecesi gelmiş içiyor, pis kâfir, bir de biz bundan kız istemeye gelicez,  vay arkadaş” şeklindeki sert ve yobaz-vari çıkışım sonucu onunla da tartıştık, telefonu kapayıp kahvehaneye, arkadaşlarımın yanına girdim; bir de ne göreyim? Beyefendiler hırslı bir tavla yarışına girmiş, tavlanın tam menteşesinin olduğu yere de iki adet 20şer tl. sıkıştırılmış; “Lan n’apıyorsunuz?” dedim, meğersem iş iddiaya binmiş, bunlar da farkında olarak kumara bağlamışlar. Zaten hâlihazırda kayınpeder mevzuu yüzünden kafası dumanlı olan ben, “Eee ne haliniz varsa görün” diyerek masaya oturdum.

Gerek benim pek keyfim olmaması, gerekse kumarda kaybeden kesimin tebdil-i mekân arayışı sonucu oradan ayrılıp, 222’nin (bilen bilir, Eskişehir’de gece kulübü oluyor) dışarısındaki cafe kısmına geçiş yaptık. Tam yanımızda içeride de Piiz grubunun konseri vardı, dedik ki “bari içeri girelim, en azından duvar arkası gürültü dinleyeceğimize müzik dinleriz.” Böylelikle giriş ücreti karşılığı elimizde birer içki fişi, girdik efendice dinlemeye başladık. Şimdi size masamızdaki insan profilini saymama izin verin. Bir adet manitasıyla kavga etmiş ben, bir adet kumarda kaybetmiş patlamaya hazır bomba, bir adet o gün zarfında halen sevdiği eski kız arkadaşı başkasıyla nişanlanmış bıçkın bir delikanlı ve pıtır. Herkes bir elindeki içki fişine, bir de birbirine bakarken bizim aşk acısı çeken bıçkın delikanlımız “siz içmiyorsanız ben içiyorum anasını satayım, zaten kız gitti başkasına yar oldu, eller bahtiyar oldu” diyerekten tüm fişleri toplayıp masayı donattı. Şimdi aşk acısı çeken delikanlı arkadaşı yalnız bırakmak bize yakışmaz diyerekten vazifemizi yaptık, benim de elimde bir bira, babasına içtiği için ‘pezevenk’ dediğim kızla halen kavga ederken diğerlerinin baya ilerlediğini fark ettim. En azından aramızda arabayı kullanacak ayık biri kalsın diye de pek ilerlemedim.

Mekândan çıkınca alkolün de etkisiyle “oğlum bu gece her boku yedik, bari geneleve gidelim de tam olsun” diyen bir arkadaşımızı (kim olduğunu hatırlamıyorum ama bence pıtır’dı) sahur vakti geldiğini bahane ederek savuşturup, ben ve İstanbul’dan gelen patlamaya hazır bomba olan arkadaşımla evin yolunu tuttuk. Eve girişimizde sahur sofrasında kızgın bekleyen peder beyi daha da kızdırmamak için bilumum koku giderici yöntem uygulanarak sahur sofrasına oturduk ve sessizce yemeğimizi yemeye başladık. O sırada kaşar peynirin arasına bal ve pekmez sürüp dürüm yapmaya çalışan arkadaşımı kıvrak bir hareketle masadan kaldırıp yatağa yatırdım. Tam ben de yatmak üzereyken içeriden gelen bir ses “oğlum madem o kadar namazı kıldınız bugün, hadi gelin de sabah namazını da cemaatle kılalım” dedi. Pederden öte köy yok diyerekten kalktık, ayılsın diye tokatlayarak abdest aldırmaya çalıştığım arkadaşım ve ben doğuştan imam olan pederin arkasında namaza durduk. Neyse tüm action bitti, odamıza geçip yatakların üzerine yatıp birbirimize aynı anda şunu söyledik: “Lan biz bugün ne yaptık?”

Şimdi bu hikâyeyi marifet diye değil de, “ben bu hale düştüm, siz de düşmeyin” demek için anlattım. Şunu unutmamalı ki insan, kınadığı başına gelmeden ölmez. Bizim durumumuzda da bu sözün gerçekleşmesi durumu milisaniyeler aldı. O gece genelev değil de, 2-3 tane abla bulup peşine de takılsaydık öteki tarafta değil yağlı kazık, yüksek gerilim hattı direğini, hatta İstanbul-Hicaz demiryolunu içimize almayı garantilemiştik. Bu yazıyı yazmak da dün gece teravih namazında İstanbul’daki malum arkadaştan aldığım “nice 2 yıl önceki kadir gecelerine” şeklindeki sözde kandil mesajıyla aklıma geldi. Siz siz olun, kandil gecesi içmeyin, basarım küfürü, affetmem. Esen kalın.

Bu da şarkısı olsun: http://fizy.com/#s/1aj7sm

25 Temmuz 2012 Çarşamba

EGO 202 - İnsanoğlu, Bazen


Gariptir insanoğlu:

Doğar, ağlar, yer-içer, uyur, sıçar, büyür, arkadaşlar edinir, sever, şanslıysa sevilir de, hata yapar, aldatır, aldatılır, haksızlığa uğrar, haksızlığa uğratır. İnsana ne öğretildiyse onu yapar istisnasız.

Bazen bir ihtiyarın bedenine hapsedilmiş bir çocuktur, bazense yaşlı bir çocuk.

Bazen çok şey yapmak isteyip de kısıtlanır, hiçbir şey yapamaz; bazense her istediğini yapar ama hala ne istediğini kendi de bilemez.

Bazen mevlasını bulmuşçasına görünür dışarıdan, parmakla gösterilir diğerleri tarafından, ‘keşke ben de o’nun gibi olabilsem’ der insanlar; ama içinde o, bırakın daha mevlasını, kendisinin kim olduğunu bulamamış bir zavallıdır, arar durur avare.

Bazen sessiz fedakârlıklar yapar insan; karşısındakinin haberi olmadan, öyle şeyler feda eder ki kendinden, ancak umursanılmaz, önemsenilmez, fark edilmez. Bazense yaptığı tek iyi şeyi ısıtıp ısıtıp diğerlerinin gözüne sokacak kadar alçaltır kendini.

Doğruları vardır insanın, bazen yanlış olduğunu, kendini kandırdığını bile bile kabul ettiği, bazense o’na bir şekilde kabul ettirilmiş, daha sorgulamaya bile cesaret edemediği, ettirilemediği ama doğruluğundan zerre şüphesi olmadığı doğruları.

Bazen bağıra bağıra söyler bu doğruları insan, bazense kendine bile itiraf edemez.

Yanlışları da vardır insanın; bazen bile bile, sırf o doğruluk sınırını aşmanın verdiği üstünlük duygusuyla yaptığı, yasak elmanın tadını almış peygamberi edasıyla yaptığı yanlışları. Bazense farkında olmadan, sırf monotonluktan, masumca yaptığı ama 1000 doğrusuna mal olan yanlışları.

Hayatta yanlış ne kadar şey varsa hepsinin tadı da güzel değil midir zaten?

Güler insan; bazen, şu dayanılmaz hayatı dayanılabilinir hale getirmek için işi gırgıra vurur, alaya alır. Bazense Nemrut’daki putlardan bile daha ciddidir, ne yapsan etki etmez o mahkeme duvarı suratına.

Bazen eskisi kadar gülemediğini fark eder insan, çünkü komik şeyler eskisi kadar komik gelmiyordur artık. Bazense kendini ota boka güler vaziyette bulur, hâkim olamaz kendi aptallığına. Belki giderek büyümüştür kendisi, belki de kendisi aynı kalmıştır da, küçülmüştür dünyası.

Zaten büyümek, insana yapılan en büyük kevaşelik değil midir?

Bazen ağlar insan, o kadar çok gözyaşı döker ki; anlamı kalmaz artık o tuzlu su damlalarının. Alışır ağlamaya zamanla, durduramaz kendini en ufak bir olayda artık. Ağlama duygusunun kadınla özdeşleşmesinin sebebi sadece kadınların başına kötü, ağlanılası şeylerin gelmesi değil; kadınların ağlamaya alışmış olmasıdır.

Bazense içinden ağlar insan, yüzü gülüyordur, dili konuşuyordur, ama gözyaşını içine akıtıyordur, belli etmiyordur. Ağlamak bir lüks olmuştur, ya da bir anlamı kalmamıştır onun da artık.

Ağlamanın en kıymetlisi bu değil midir zaten?

Bazen olduğu gibi görünemez insan, ya da göründüğü gibi olamaz. Ya kim olduğunu bilmiyordur, ya da nasıl görüneceğini bulamamıştır kendi içinde. Hayat fırtınasından sağ kurtulmuş ama kendi fırtınasında alabora olmuştur.

İnsan düşünür; bazen yağmurlu bir günün ardından esen rüzgâr vururken sahilde yüzüne, bazense yalnızlıktan kıvranırken, neresine yatacağını şaşırmışken o aptal yatağın. Bazense düşünür: ‘Acaba o da düşünüyor mu?’ diye.

Bazen sever insan; bazen o kalp denen ufacık yere o kadar çok insan sokup çıkarır ki, değerini o kadar düşürür ki, kalbi kevaşe olur, bir yerden sonra fark etmez kim olduğu; kısa vadede o boşluğu doldurmanın planlarını yaparken buluverir kendini. Bazense o kadar değerlidir ki o boşluk, kimseyi layık göremez doldurmasına, doğru insanı bekler, şanslıysa bulur ve o boşluk doldurulur.

Bazen çabucak ilerler insan, arkasında neler bıraktığını umursamayarak. Arkasındaki viranelerin boyu dağı aşmıştır ama umursamaz, umursamak istemez. Bazense geçmişinden ayrılamaz insan; kimler gelir, kimler geçer de o’nu bir arpa boyu oynatamaz yerinden, takılmıştır birine ya da bir şeye. Geçmişiyle birlikte geleceğini de heba eder, ağlanır durur olduğu yerde.

Bazen dobradır insan, karşısındakine zarar verdiğini fark etse bile huyundan vazgeçmez, aklına gelen şeyi o anda patlatıverir karşısındakinin suratına. Bazense ikiyüzlüdür, yüzüne güler karşısındakinin ama içinde düşmandır. Yüzde dost, kalpte haindir.

Alışır bazen insanoğlu; alışmadığı şeyden de korkar. Bazen gidene el sallamaya alıştırır kendini, bazense kalana git demeye. Ama ne zaman içini titreten biri çıktığı anda karşısına korkar delicesine. O duyguya kapılmaktan, aptallaşmaktan o kadar korkar ki alışmamak için her şeyi yapar, gerekirse kaçar, gider.

Bazen gider insanoğlu; kalbi her ne kadar da ‘dur’ dese de dinlemez, gurunu alır ve bir daha dönmemek üzere gider. Bazense gittiğini sanır,  kendini kandırır; en ufak tümsekte kuyruğunu kıstırır, geri döner. Bazen de kalır insanoğlu; seninle bir olur, anlamına anlam, yaşamına heyecan katar. Bazense kalan sadece acısıdır.

Kısacası anlaşılmazdır insanoğlu, tezatlarla doludur, tarifi imkânsızdır. Kendini anlatmayı dener kendisine, bazen de başkasına ama beceremez. Yaşamanın anlamı da budur zaten, anlatılarak tanıyamazsın insanoğlunu, yaşamak gerekir. Şu dünyanın ‘anlatılmaz, yaşanır’ denilebilecek tek şeyidir insanoğlu. Hem her şeyden kıymetlidir, hem de bir o kadar değersiz.

Bu da şarkısı olsun: http://fizy.com/#s/1d37ug 

25 Haziran 2012 Pazartesi

EGO 201 - Erkekler Ağlamaz(mış!)


Bir gecenin köründe hiçbir sebep yokken aklına gelir kaybettiklerin, ‘ulan ne kaldı ki zaten geriye’ diye düşünüverirsin; eski defterlerin saklandığı kalbin o köşesi açılır, cıvıldayan gece kuşları susar, boğazında düğümlenir o aklına gelenler; ne kadar yutkunursan yutkun, gitmez.

Bazen arkadaşlarınla yaptığın en eğlenceli sohbetin tam ortasında, bazense beynini uyumaya zorladığın anda; hayatın onca güzelliklerinin senden almaya çalıştığı bir intikam gibi, bir an düğümlenir boğazın, yatağın köşesinde kalakalırsın ya da gözün bir yere takılır, dalar gidersin.

Köşene çekilmek istersin kalbinin o yok olduğunu sandığın köşesi meydana çıktığında; işte o an güzel anılara sarılasın gelir, sarılıp da bırakmayasın istersin, ama olmaz. Arkadaşlarının yüzüne bakarsın, gülümsemen gerekir o an, o kadar acı verir ki ağzını iki yana aptalca genişletip birkaç dişini göstermek karşındakilere; ama yine de yaparsın, zorundasındır. İçinde değil fırtına, Nuh’un tufanı kopuyordur ama belli etmezsin, anlatmazsın, anlatamazsın. Erkek olmak, kendi tufanında boğulmaktır bazen.

Neresine yatacağını şaşırırsın o yatağın. Birden o kadar büyür ki o yatak; içinde sen o kadar küçülür, o kadar aciz hissedersin ki yastığa yorgana sarılırsın korusun diye seni, ama hiçbiri korumaz, koruyamaz. Hayat o mutlu anıların intikamını bir anda alır ve gider.

Ağlamak istersin; ama o zayıflıktır, erkeklik dışıdır, ezikliktir. Erkeğin gözyaşı kıymetlidir, dökülmemelidir olur olmaz yere; zaten alışsaydık her gidenin ardından eyvallah demeyip ağlamaya; nice olurdu halimiz.

Gelen her anı peşinden birini daha getirir, biri daha, biri daha; anılar gelmeye devam ettikçe gitmesinler diye somutlarını da arar bulur, çıkarırsın sakladığın yerlerden. Belki dolabının en ücra köşesine kendinden bile gizlediğin bir elbise, belki sana verilmiş ufak kilitli bir defter, belki bir kolye, belki bir günlük, belki bir kitap, belki de o kitabın arasındaki 2 saç teli.

Belki sayısı fazladır eyvallah dediklerinden kalanların, o durumda onları bir kutuya koyarsın. Her gidenden arda kalanları toplayıp tozlanmaya terk ettiğin o kutu o kadar değerlidir ki, bir yere taşınırken milyarlık eşyan kırılsa dönüp bakmazsın, ama o kutu elinden kayar gibi olursa bir anda gözlerin kararır, sımsıkı sarılırsın. İçinde değil paranın, hiçbir şeyin satın alamayacağı şeyler vardır o tozlu kutunun.

Al ulan’ deyip geri veri vermeye cesaret edememişsindir hiçbirini sahibine ya da sahiplerine. Belki de koymuşsundur cebine, gitmişsindir evine kadar; o kadar zor gelmiştir ki o her zaman çaldığın zili çalmak, o telefonu aramak, başını önüne eğip dönmüşsündür gerisingeriye. Bazen umut olmuştur o kalan şey, aylar boyu cebinde gezdirmişsindir umudunu; bazense acı olmuştur o eşya, her gördüğünde içini tırmalamıştır birkaç tırnak yavaş yavaş.

Elinde geçmişin, kalbinde eksiklik, boğazında düğüm, karnında burukluk gözlerin dolamaya başlar yavaş yavaş. Alışmayan insan bir anda ağlayamaz zaten, hele bir erkek. Kadınlar ağladığında yanında biri olsun ister, ama erkekler yalnız, bir köşede, sessiz ve derinden ağlar. Gözlerini terk ettiğinde o damlacık, bir şeyler alıp götürür erkeğin hayatından; o damlacığın iz bıraktığı her yer sanki bıçakla kesilmişçesine acır ve yere düşer o damla. O anda kıymetini bilemediğin dakikalar aklına gelir; daha da ağlamak, haykırmak istersin, ama olmaz, yapmazsın, yapamazsın.

Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi devam edersin yoluna, görünüşünde bir değişiklik yoktur, fakat yıkıp geçmiştir o tufan her yeri, bir önceki gün neyse öyle görünür, ama kimsenin bilmediği bir şey vardır: ağladıktan sonra her erkek başka biri olur. Ve bir erkek, hiçbir zaman aynı şeye iki kere ağlamaz.


Bu da şarkısı olsun: http://fizy.com/#s/13n76n



9 Aralık 2011 Cuma

EGO 111 – Evet Biz Erkek Milleti Olarak Duygusuz, Odun ve Öküzüz, Hmm Ok.

Disappointments are to the soul what the thunder-storm is to the air” (Hava için gökgürültüsü ne ise, insan ruhu için de hayalkırıklığı odur). -Friedrich von Schiller

Hayatın mantalitesini birazcık kavramış her birey bilir ki, hayatta bazen işler umulduğu gibi gitmez. İnsanoğlunun bir konu üzerinde olası her detayı düşünmesi, doğabilecek her türlü problemi önceden hesaplaması imkansızdır. Özellikle mantık dışına çıkılıp, duygularla halledilebilecek bir konu olduğunda.

İki önceki yazımda kadın milletinin hayalperestliğinden ve bu hayalperestlik girdabına bizi çekişlerinden bahsetmiştim. Oysa şu dakika farkettim ki, biz erkekler onlardan daha fazla hayalperestiz ve kurduğumuz hayallerin altında kalıp sesimizi çıkaramıyoruz. Sesimizi çıkaramadığımızdan dolayı olaylar bizi daha fazla etkiliyor, daha fazla yıpratıyor. Oysa onlar kırılan en ufak hayallerinde bunu dağlara taşlara ilan ediyorlar, etrafındakilerle paylaşabiliyorlar, işin en can alıcı kısmı; ağlayabiliyorlar. Bu sayede yıpranma oranları da daha az oluyor, yollarına –en azından biz içine atanlardan daha rahat bir şekilde- devam edebiliyorlar. Hiç acı çekmiyorlar demiyorum, buraya dikkat çekeyim (bu konuya detaylı olarak bir sonraki yazımda değinmeyi planlıyorum).

Malumunuz, ‘erkek’ ırkı olarak hep bir ‘adam’ olma ülküsü peşinde koşmaya zorlanan, duygusuz, bencil, pislik, öküz ve sayılabilecek birçok sıfatın aktif temsilcileriyiz. Bize hep güçlü ve dayanıklı olmak, ağlamamak, ‘kız gibi olmamak’ öğretildi çocukluğumuzdan bu yana; biz de büyüyüp şu kalıba ulaştığımızda duygularımızı karşımızdakine açmayı kişisel zayıflık olarak gören, odun, umursamaz, sorumsuz kişiler haline getirildik farkında olmadan, yavaş yavaş.

Ortaokuldan beri düşündüğüm bir konu vardır: Şimdi siz bir erkeğe “kız gibi adamsın lan” diyeceğinize, öldürün onu yani; ne bileyim ıslak sopayla dövün, tazyikli su ve elektrik verin, her gece yatmadan önce Doğuş’un saksılı fotoğrafındaki saksıyı öptürün ona. Oysa ki bir kadının namusluluğunu, dürüstlüğünü anlatmak, onu övmek için ‘erkek gibi hatun’ derler; bu sıfat o kadın için kendi ırkından sıyrılış, erkeklik seviyesine yükselişin sembolüdür adeta. Burda benim sorum şu: Lan madem eşitiz, e biri bana ‘hatun gibi’ dediği zaman neden ağzını dağıtasım geliyo da, ben bi hatuna ‘erkek gibi’ dediğim zaman bana dönüp gururla “eyvallah ciğerim” diyor? Ortalıkta feminizm, erkeklere ölüm diye gezinen kişilerden allahını seven (damacanaya bile tapabilir, bana şunun kelamını açıklasın yeter ki) biri bana bunun cevabını versin.


“Ağda derdiniz yok, regl sancınız yok, istediğinizi giyebiliyorsunuz makyaj yapmanıza gerek yok, bir adam olmanız gerek onu da beceremiyorsunuz, bık bık bık” lafını tivitır’da belki 238748923 defa görmüşümdür. Bunu yazan kuyruk acısına sahip ergen zihniyet, şu memlekette kadın olmanın zorluklarını erkek milletinin ‘adamlığına’ laf sokarak anlatmaya çalışmış. Ben de kendisine burdan şu satırları, kendim ve ırkım adına bir borç bilirim:
“Daha işlevini bile bilmediğiniz pipinizden bir gün eli çantalı bi amca gelip hatırısayılır bir parçayı hunharca kesip biçerek koparmıyor, askere gitmiyorsunuz, babanıza yaranmaya çalışıp ondan daha iyi olduğunuzu ispatlayarak bir ‘aferin oğlum’ sözü için ömrünüz boyunca kendinizi paralamıyorsunuz, haftada bir yüzünüze o jileti sürüp malum günü yüzünüzdeki alevtopuyla geçirmiyorsunuz, “her an biri çavuşa tekme atıp geleceğimi karartabilir” mantığıyla ömürboyu süren o malum tedirginliği yaşamıyorsunuz, sevgiliden-kocadan trip çekmiyorsunuz, ‘adam’ olma gibi bi ülkünüz de yok, ee daha ne istiyorsunuz? Evet kadın olmak gerçekten çok zor.”

Derken tekrar konumuza dönelim. Hayal kırıklığı dedik de, aklıma ne geldi biliyor musunuz? Geçenlerde başımızdan bir olay geçti. Bizim okuldan, çok sevdiğim, hani kız kardeşim olsa döverek evlendireceğim bir erkek arkadaşım var, bunun da hoşlandığı bir kız. Kız da durumun farkında ama işi olabildiğince sündürüp peşinde koşturma taraftarı. Herneyse, günlerden bir gün bu arkadaşım bana dedi ki “abi bak, kızın doğumgünü yaklaşıyo, hani bişeyler yapmalı mıyım?” Malum kızın doğumgününde sınavı olduğunu öğrendik sinsice, Yıldız Teknik’de de okuduğunu biliyorduk. Zaten kendimin de o gün gereksiz bir işim olduğundan mütevellit atladık, önce benim işimi hallettik, daha sonra da güzel bir buket çiçek yaptırarak (caps)
enteresan hayallerle Yıldız Teknik Üniversitesi’nin yolunu tuttuk.

Plan şuydu: Şimdi bizim eleman sınavdan çıkınca kızı yakalayacak, “ya ben burdan geçiyordum da, sınavın olduğu aklıma geldi, bi uğrayıp nasıl olduğunu sorayım dedim” diyecek, kız da buna laf arasında o günün doğumgünü olduğunu söyleyecekti. Tam o sırada da çiçekle tenhada pusuda olan ben, ana kahramanımızın vereceği sinyal ile çiçeği getirip arkadaşıma verip tek kelime söylemeden uzaklaşıcak, o da çiçeği kıza vererek Ted Mosby-stayla bir sürpriz yapacaktı.

Biz okula gittik, ana giriş kapısının orada mükemmel bir mekan bulup beklemeye başladık. Neyse sınavın başlamasından 1 saat geçti, 2 saat geçti, 2.5 saat oldu, kızdan tık yok. Zaten günlerden Cumartesi, okulda in cin yağlı güreş yapıyo. Ben dedim ki “abi bu saate sınav kalmaz, sümüğümüz dondu, sürprizin de boku çıktı, sen şu kızı bi ara en iyisi”. Derken kız arandı, cevap yok. 10 dakika sonra şöyle bir sms geldi kız tarafından: “Aramışsın, telefon cebimdeydi, sınavdan çıktım, otobüsteyim, arkadaşlara gidiyorum”. Sonradan anladık ki kızın sınavı Beşiktaş’ta değil, Davutpaşa’daki allahın unuttuğu kampüslerindeymiş. Biz de romantik komedi kaçkını hayalperest ergenler olarak eğdik başımızı, güvenlik görevlisinin yavşakça gülüşü ve “nooldu elinizde mi patladı çiçekler layn zibidileeer” bakışları arasında mekanı terkettik.

Şimdi ben bu hikayeyi neden anlatttım: Biz erkek milleti olarak aslında gereğinden fazla romantik ve düşünceliyiz. Ama ot-bok kabul ettiğimiz minik detayları düşünebilme kıtlığımız yüzünden, siz hatun milletinin haberi bile olmadan gidip o soğukta 2.5 saat titreyip de, elimizde patlamış bir çiçekle evimize geri dönerken; çiçeği alması gereken zat-ı muhteremin arkadaşlarıyla sıcacık evinde doğumgünü partisi planları olmasından mütevellit; bu romantizm ve düşünce dolu ilan-ı aşkı kaçıran o allahsız ve buna benzer, kendilerine binlerce plan yapılan ama zerre haberleri bile olmadan patlayan allahsızlar ordusu yüzünden biz hala bencil, pislik ve odunuz.

O noktada bize koyan şey kızın gelmeyişi değil, 2.5 saat değil; plan daha ilk yapıldığında kurulan hayallerin altında kalmamız idi. Kendi prensibim olan “hayal kurayım derken hülyalara kapılmama” taktiğini yine kendim bizzat parçalayıp, sonunda Barbaros Bulvarı’nda ellerimizde çiçekler, boynumuz bükük kalakalmamızdı bize koyan. Olay kızın bizin üzmesi değil, kendi kendimizi durup dururken abuk sabuk bir duruma sokmamız.

Sana da bu yazıdan düşen kıssa da Refik; Özdemir Asaf’ın çok sevdiğim şu sözü olsun: “Ben birini sevmiyordum, o da beni sevmiyordu. Birgün bir yerde randevulaştık; ben gitmedim, o da gelmedi.”

P.s: “Sen ne bok yemeye gelin güvey oldun lan zırtapoz” diyenleriniz halt etsin. İlk çocuklarının adına benim adımı koyucaklardı lan :/.

P.s 2: Bu iş haysiyet meselesi oldu artık, hesabımız var. Gelişmelerden sizi haberdar ederim. Hesabımız var dedim de, şunu paylaşmadan yazıyı bitirirsem kainat beni affetmez: http://www.youtube.com/watch?v=SYnIStNRNCM&ob=av3n

(Edit) P.s 3: Çiçekleri ev arkadaşımın sevgilisine verdik, görünce çok sevindi; fakat allahsız kadın milletinden alacağımız intikamın ilk adımı olarak o çiçeklerin başka birinin artıkları olduğunu itiraf ettik. Şimdi muhtemelen Büyükçekmece çöplüğündedir güzelim çiçekler.