“Disappointments are to the soul what the thunder-storm is to the air” (Hava için gökgürültüsü ne ise, insan ruhu için de hayalkırıklığı odur). -Friedrich von Schiller
Hayatın mantalitesini birazcık kavramış her birey bilir ki, hayatta bazen işler umulduğu gibi gitmez. İnsanoğlunun bir konu üzerinde olası her detayı düşünmesi, doğabilecek her türlü problemi önceden hesaplaması imkansızdır. Özellikle mantık dışına çıkılıp, duygularla halledilebilecek bir konu olduğunda.
İki önceki yazımda kadın milletinin hayalperestliğinden ve bu hayalperestlik girdabına bizi çekişlerinden bahsetmiştim. Oysa şu dakika farkettim ki, biz erkekler onlardan daha fazla hayalperestiz ve kurduğumuz hayallerin altında kalıp sesimizi çıkaramıyoruz. Sesimizi çıkaramadığımızdan dolayı olaylar bizi daha fazla etkiliyor, daha fazla yıpratıyor. Oysa onlar kırılan en ufak hayallerinde bunu dağlara taşlara ilan ediyorlar, etrafındakilerle paylaşabiliyorlar, işin en can alıcı kısmı; ağlayabiliyorlar. Bu sayede yıpranma oranları da daha az oluyor, yollarına –en azından biz içine atanlardan daha rahat bir şekilde- devam edebiliyorlar. Hiç acı çekmiyorlar demiyorum, buraya dikkat çekeyim (bu konuya detaylı olarak bir sonraki yazımda değinmeyi planlıyorum).
Malumunuz, ‘erkek’ ırkı olarak hep bir ‘adam’ olma ülküsü peşinde koşmaya zorlanan, duygusuz, bencil, pislik, öküz ve sayılabilecek birçok sıfatın aktif temsilcileriyiz. Bize hep güçlü ve dayanıklı olmak, ağlamamak, ‘kız gibi olmamak’ öğretildi çocukluğumuzdan bu yana; biz de büyüyüp şu kalıba ulaştığımızda duygularımızı karşımızdakine açmayı kişisel zayıflık olarak gören, odun, umursamaz, sorumsuz kişiler haline getirildik farkında olmadan, yavaş yavaş.
Ortaokuldan beri düşündüğüm bir konu vardır: Şimdi siz bir erkeğe “kız gibi adamsın lan” diyeceğinize, öldürün onu yani; ne bileyim ıslak sopayla dövün, tazyikli su ve elektrik verin, her gece yatmadan önce Doğuş’un saksılı fotoğrafındaki saksıyı öptürün ona. Oysa ki bir kadının namusluluğunu, dürüstlüğünü anlatmak, onu övmek için ‘erkek gibi hatun’ derler; bu sıfat o kadın için kendi ırkından sıyrılış, erkeklik seviyesine yükselişin sembolüdür adeta. Burda benim sorum şu: Lan madem eşitiz, e biri bana ‘hatun gibi’ dediği zaman neden ağzını dağıtasım geliyo da, ben bi hatuna ‘erkek gibi’ dediğim zaman bana dönüp gururla “eyvallah ciğerim” diyor? Ortalıkta feminizm, erkeklere ölüm diye gezinen kişilerden allahını seven (damacanaya bile tapabilir, bana şunun kelamını açıklasın yeter ki) biri bana bunun cevabını versin.
“Ağda derdiniz yok, regl sancınız yok, istediğinizi giyebiliyorsunuz makyaj yapmanıza gerek yok, bir adam olmanız gerek onu da beceremiyorsunuz, bık bık bık” lafını tivitır’da belki 238748923 defa görmüşümdür. Bunu yazan kuyruk acısına sahip ergen zihniyet, şu memlekette kadın olmanın zorluklarını erkek milletinin ‘adamlığına’ laf sokarak anlatmaya çalışmış. Ben de kendisine burdan şu satırları, kendim ve ırkım adına bir borç bilirim:
“Daha işlevini bile bilmediğiniz pipinizden bir gün eli çantalı bi amca gelip hatırısayılır bir parçayı hunharca kesip biçerek koparmıyor, askere gitmiyorsunuz, babanıza yaranmaya çalışıp ondan daha iyi olduğunuzu ispatlayarak bir ‘aferin oğlum’ sözü için ömrünüz boyunca kendinizi paralamıyorsunuz, haftada bir yüzünüze o jileti sürüp malum günü yüzünüzdeki alevtopuyla geçirmiyorsunuz, “her an biri çavuşa tekme atıp geleceğimi karartabilir” mantığıyla ömürboyu süren o malum tedirginliği yaşamıyorsunuz, sevgiliden-kocadan trip çekmiyorsunuz, ‘adam’ olma gibi bi ülkünüz de yok, ee daha ne istiyorsunuz? Evet kadın olmak gerçekten çok zor.”
Derken tekrar konumuza dönelim. Hayal kırıklığı dedik de, aklıma ne geldi biliyor musunuz? Geçenlerde başımızdan bir olay geçti. Bizim okuldan, çok sevdiğim, hani kız kardeşim olsa döverek evlendireceğim bir erkek arkadaşım var, bunun da hoşlandığı bir kız. Kız da durumun farkında ama işi olabildiğince sündürüp peşinde koşturma taraftarı. Herneyse, günlerden bir gün bu arkadaşım bana dedi ki “abi bak, kızın doğumgünü yaklaşıyo, hani bişeyler yapmalı mıyım?” Malum kızın doğumgününde sınavı olduğunu öğrendik sinsice, Yıldız Teknik’de de okuduğunu biliyorduk. Zaten kendimin de o gün gereksiz bir işim olduğundan mütevellit atladık, önce benim işimi hallettik, daha sonra da güzel bir buket çiçek yaptırarak (caps)enteresan hayallerle Yıldız Teknik Üniversitesi’nin yolunu tuttuk.
Plan şuydu: Şimdi bizim eleman sınavdan çıkınca kızı yakalayacak, “ya ben burdan geçiyordum da, sınavın olduğu aklıma geldi, bi uğrayıp nasıl olduğunu sorayım dedim” diyecek, kız da buna laf arasında o günün doğumgünü olduğunu söyleyecekti. Tam o sırada da çiçekle tenhada pusuda olan ben, ana kahramanımızın vereceği sinyal ile çiçeği getirip arkadaşıma verip tek kelime söylemeden uzaklaşıcak, o da çiçeği kıza vererek Ted Mosby-stayla bir sürpriz yapacaktı.
Biz okula gittik, ana giriş kapısının orada mükemmel bir mekan bulup beklemeye başladık. Neyse sınavın başlamasından 1 saat geçti, 2 saat geçti, 2.5 saat oldu, kızdan tık yok. Zaten günlerden Cumartesi, okulda in cin yağlı güreş yapıyo. Ben dedim ki “abi bu saate sınav kalmaz, sümüğümüz dondu, sürprizin de boku çıktı, sen şu kızı bi ara en iyisi”. Derken kız arandı, cevap yok. 10 dakika sonra şöyle bir sms geldi kız tarafından: “Aramışsın, telefon cebimdeydi, sınavdan çıktım, otobüsteyim, arkadaşlara gidiyorum”. Sonradan anladık ki kızın sınavı Beşiktaş’ta değil, Davutpaşa’daki allahın unuttuğu kampüslerindeymiş. Biz de romantik komedi kaçkını hayalperest ergenler olarak eğdik başımızı, güvenlik görevlisinin yavşakça gülüşü ve “nooldu elinizde mi patladı çiçekler layn zibidileeer” bakışları arasında mekanı terkettik.
Şimdi ben bu hikayeyi neden anlatttım: Biz erkek milleti olarak aslında gereğinden fazla romantik ve düşünceliyiz. Ama ot-bok kabul ettiğimiz minik detayları düşünebilme kıtlığımız yüzünden, siz hatun milletinin haberi bile olmadan gidip o soğukta 2.5 saat titreyip de, elimizde patlamış bir çiçekle evimize geri dönerken; çiçeği alması gereken zat-ı muhteremin arkadaşlarıyla sıcacık evinde doğumgünü partisi planları olmasından mütevellit; bu romantizm ve düşünce dolu ilan-ı aşkı kaçıran o allahsız ve buna benzer, kendilerine binlerce plan yapılan ama zerre haberleri bile olmadan patlayan allahsızlar ordusu yüzünden biz hala bencil, pislik ve odunuz.
O noktada bize koyan şey kızın gelmeyişi değil, 2.5 saat değil; plan daha ilk yapıldığında kurulan hayallerin altında kalmamız idi. Kendi prensibim olan “hayal kurayım derken hülyalara kapılmama” taktiğini yine kendim bizzat parçalayıp, sonunda Barbaros Bulvarı’nda ellerimizde çiçekler, boynumuz bükük kalakalmamızdı bize koyan. Olay kızın bizin üzmesi değil, kendi kendimizi durup dururken abuk sabuk bir duruma sokmamız.
Sana da bu yazıdan düşen kıssa da Refik; Özdemir Asaf’ın çok sevdiğim şu sözü olsun: “Ben birini sevmiyordum, o da beni sevmiyordu. Birgün bir yerde randevulaştık; ben gitmedim, o da gelmedi.”
P.s: “Sen ne bok yemeye gelin güvey oldun lan zırtapoz” diyenleriniz halt etsin. İlk çocuklarının adına benim adımı koyucaklardı lan :/.
P.s 2: Bu iş haysiyet meselesi oldu artık, hesabımız var. Gelişmelerden sizi haberdar ederim. Hesabımız var dedim de, şunu paylaşmadan yazıyı bitirirsem kainat beni affetmez: http://www.youtube.com/watch?v=SYnIStNRNCM&ob=av3n
(Edit) P.s 3: Çiçekleri ev arkadaşımın sevgilisine verdik, görünce çok sevindi; fakat allahsız kadın milletinden alacağımız intikamın ilk adımı olarak o çiçeklerin başka birinin artıkları olduğunu itiraf ettik. Şimdi muhtemelen Büyükçekmece çöplüğündedir güzelim çiçekler.
herkes farklı olmaya çalışırken ben aynı olmaya çalıştım, çeliştim, dövüştüm, güreştim, savaştım, seviştim.

9 Aralık 2011 Cuma
EGO 111 – Evet Biz Erkek Milleti Olarak Duygusuz, Odun ve Öküzüz, Hmm Ok.
Etiketler:
'tahammül ediyorum katlanıyorum' ne demek lan sanırsın her gece sarhoş olup seni arıyoruz,
erkekler duygusuz odun öküzdür,
eski sevgili kakadır,
hesabım var,
sıska allahsız karı
17 Kasım 2011 Perşembe
EGO 110 – Gitmek Üzerine
“Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadi hiç.
Ama olsun; istemek de güzel.”
-Pakize Suda
Dünyanın en zor işidir gitmek. İnsanoğlunun istisnasız her gün, o sefil ve monoton hayatına uyanırken defalarca düşündüğü, gün boyu kendisiyle savaşmasına vesile olan, akşam başını yine korkakça aynı yastığa koyduğu anda mağlubiyetin o ekşimsi tadını hissetiren olaydır, defalarca ve defalarca kere. ‘Bıktım yeaa, gidicem ben’ diyen zilyon tane insan tanıdım; ama kendim dahil, gidebilecek cesareti olanı şimdiye kadar göremedim.
“İnsanoglu herşeye alışır; alışmadığı herşeyden de korkar” demiş Montaigne; sahi, alışkanlıklarımız mı bizi gitmekten alıkoyan? Her gün şikayet ettiğimiz, yakındığımız, onlarca laf söylediğimiz, ‘bir daha asla’ dediğimiz şeylerin kaçına geri döndüğümüzü saydık mı, kürkçü dükkanı misali? Ne kadar korkak olduğumuzu hiç düşündük mü? Korkaklığımızdan; gitmemiz gereken onca şeyin arasında kafeslenip, kendi hapishanelerimizi yarattığımızın farkında değil miyiz?
Sadece bir yerden gitmez insan; gidilmesi gereken kişiler, olaylar, acılar, sevinçler ve beklentiler vardır. Bizi biz yapmaktan alıkoyan, kendiyle birlikte aşağı çeken, canımızı acıtan, çizgimizden çıkmamıza vesile olan insanlardan gitmek isteriz. Belki de yıllar boyu bizi etkisinde bırakmaya kendini adamış, belki incir çekirdeğini doldurmayan, belki de anlatılırsa hiçbirşeyin eskisi gibi kalamayacağı olaylardan da. Acılarımız, sevinçlerimiz ve beklentilerimiz vardır, mutlaka gidilmesi gereken. Bazen bize verdiği o mutlu hisler bir ömür boyu kalsın isteriz, bazense acıya o kadar bağımlı oluruz ki; mantığımız ne söylerse söylesin değil onunla yüzleşmek, kendimizle başbaşa kaldığımızda içimizde oluşan o boşluğun tüm benliğimizi ele geçirmesinden korkarız; gitmek isteriz, çırpınırız, ama gidemeyiz.
Dünyanın en fazla cesaret gerektiren olayıdır gitmek. Bazı korkak cengaverlerimiz de vardır ki kaçmak ile gitmeyi birbirlerine karıştırırlar; kendilerini avuturlar. Gittiklerini sandıkları herşeyin ardından akıllarında bir ‘acaba’, kalplerinde de bir geri dönme umuduyla kaçarlar; ki gittikleri şey kendini kovalasın, geri getirsin, suçu kendi üstünden alsın, vicdanı rahatlasın diye. Kaçmak için hep son dakikaya kadar beklerler; suçlarını bildikleri için, sırf vicdanlarını kandırma adına bir kılıf ararlar,çoğu zaman da bulup kaçarlar, vicdanını kandırdığını sanarak. İnsan herkesten çok kendini kandırmaz mı zaten?
Dünyanın yuvarlaklığından olsa ki; herdaim kaçan sevilir de, gidenden nefret eder kalanlar, istisnasız. Ondandır ki korkaklar bu dünyada hepbirlikte, mutlu yaşarlar; cesareti olanlar ise yalnızlığa mahkumdur. Cesaretinden dolayı asıl sevilmesi gereken giden asla sevilmez çünkü, herkes derinden bilir bunu. “Kimse sevilmemeyi göze alamaz. O yüzden kimse kimseyi terk etmek istemez, karşıdaki anlasın da gitsin isteriz hepimiz. Ya gitmezse? O zaman büyük ve tehlikeli ve günahlı kararlar bize kalmasın isteriz.” demiş Ece Temelkuran. Paragrafını ben tamamlayayım. O zaman büyük ve tehlikeli ve günahlı kararlar bize kalmasın isteriz, ve kaçarız. Belki gitmememiz gereken bir şeyden, yerden, yardan bile; abuk sabuk bir bahane arar, bulur, sırf korkaklığımızdan dolayı kaçarız. ‘Acaba bir gün geri döner miyim’ umudu ve kürkçü dükkanı biletini cebimize koymuş olarak. Çünkü gitmek; büyük ve tehlikeli ve günahlı bir karardır.
Dünyanın en az kişi tarafından becerilebilinmiş işidir gitmek. Her isteyen gidemez öyle şıp diye; sonuçları, acıları, etkileri vardır bu işin. Her gidiş yaptığın nokta bir yol ayrımıdır hayatın için; birinden gitmeyi seçersin, ama paralel bir yolda onunla birlikte devam edebilecek bir hayatın olduğunu aklına getirirsin o an. Bir eşyadan gidersin, belki ileride işine yarayabileceği bir engel çıkma ihtimalini düşünürsün. Paralel yoldaki benliğinin başarılı olacağını düşünür, hata yaptığını sanırsın. İşte gidenler ve kaçanlar bu noktada ayrılmaktalar. İleride bir gün ‘keşke’ diyen adam kaçmıştır aslında. Çünkü ‘keşke’, cesur bir insanın kullanmayacağı, dünyanın en ırzına geçilesi kelimesidir. Bir kez ağına düşürdüğünde seni, aklını kemirir durur; kaf dağının ardındaki rüzgarlarla bilek güreşi yapmaktan alıkoyar, geçmişe hapseder.
Eğer sen; içinde bulunduğun durumdan yakınıyorsan eline geçen her fırsatta, ‘bitti artık’ diyebiliyorsan, ardına hiç bakmamaya hazırsan, hatta bir süre de idare edebiliyorsan o’nsuz, gitmeye hazırsın. Ama herkese gittiğini ilan edip de sonrasında hala önüne gelen herkesle o’nu kıyaslıyorsan, abuk sabuk zamanlarda aklına gelebiliyorsa o, kafanda hala bitiremiyorsan ve sonunda tıpış tıpış geri dönüyorsan eğer; kusura bakma ama sendeki sevgi değil, gurursuzluk ve korkaklık. Senin yaptığın iş de gitmek değil, kaçmak be güzelim. Sonra burnun sürtündüğünde bir daha; sağda solda yakınma, lütfen.
Gelgelelim sana Refik. Sen sen ol, altından kalkamayacağın kararlar, üstesinden gelemeyeceğin sözler verme, büyük laflar etme. Birazcık gururlu ol, gitmek gerektiği zaman iyi düşün, ama kesin karar ver, kaçanlardan olma. Evet, belki korkaklar mutlu gibi görünebilir şu hayatta, ama biz gidenlerin değerini anlamayacaklarla mutlu olmaya çalışmak da, bize yakışmaz. Çünkü Mevlana’nın da dediği gibi "Yalnızlık adam olmayanların vereceği saygıdan, sevgiden yeğdir". Ayrıca bu dizeler da sana gelsin:
“Gitmek cesaret ister ufaklık.
Gidecegin yer neresi olursa olsun,
Sevdiklerinle arana mesefe girince,
Varış yerinin hiç bir anlamı kalmaz.
Vedalaşmakta zor iştir biliyo musun?
Oturursun geminin kıçına.
Bakarsın sevdiklerine gittikçe ufalırlar, ufalırlar, kaybolurlar.
O zaman anlarsın işte:
Vedaşalmak asıl kalana değil, gidene koyar.
100 defa söyledim sana hüzünlü değilim, mizacım böyle.
Bak şarabımla beraberim.
Çocukluğumdan beri hayaller kuruyorum.
Şarabımdan ayrılmadan hemde.
Ben şarabımdan ayrılmıyorum.
O da bana bunca gidene rağmen hala hayal kurdurtmaya devam ediyor.
Ne olmuş yani büyük adam olamadıksa?
Hayallerimizi satmadık ya?”
P.s: Gecenin şarkısı da bu olsun, sahi bu ibrahim abi nerelerde ya?: http://fizy.com/#s/1aj8hm
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadi hiç.
Ama olsun; istemek de güzel.”
-Pakize Suda
Dünyanın en zor işidir gitmek. İnsanoğlunun istisnasız her gün, o sefil ve monoton hayatına uyanırken defalarca düşündüğü, gün boyu kendisiyle savaşmasına vesile olan, akşam başını yine korkakça aynı yastığa koyduğu anda mağlubiyetin o ekşimsi tadını hissetiren olaydır, defalarca ve defalarca kere. ‘Bıktım yeaa, gidicem ben’ diyen zilyon tane insan tanıdım; ama kendim dahil, gidebilecek cesareti olanı şimdiye kadar göremedim.
“İnsanoglu herşeye alışır; alışmadığı herşeyden de korkar” demiş Montaigne; sahi, alışkanlıklarımız mı bizi gitmekten alıkoyan? Her gün şikayet ettiğimiz, yakındığımız, onlarca laf söylediğimiz, ‘bir daha asla’ dediğimiz şeylerin kaçına geri döndüğümüzü saydık mı, kürkçü dükkanı misali? Ne kadar korkak olduğumuzu hiç düşündük mü? Korkaklığımızdan; gitmemiz gereken onca şeyin arasında kafeslenip, kendi hapishanelerimizi yarattığımızın farkında değil miyiz?
Sadece bir yerden gitmez insan; gidilmesi gereken kişiler, olaylar, acılar, sevinçler ve beklentiler vardır. Bizi biz yapmaktan alıkoyan, kendiyle birlikte aşağı çeken, canımızı acıtan, çizgimizden çıkmamıza vesile olan insanlardan gitmek isteriz. Belki de yıllar boyu bizi etkisinde bırakmaya kendini adamış, belki incir çekirdeğini doldurmayan, belki de anlatılırsa hiçbirşeyin eskisi gibi kalamayacağı olaylardan da. Acılarımız, sevinçlerimiz ve beklentilerimiz vardır, mutlaka gidilmesi gereken. Bazen bize verdiği o mutlu hisler bir ömür boyu kalsın isteriz, bazense acıya o kadar bağımlı oluruz ki; mantığımız ne söylerse söylesin değil onunla yüzleşmek, kendimizle başbaşa kaldığımızda içimizde oluşan o boşluğun tüm benliğimizi ele geçirmesinden korkarız; gitmek isteriz, çırpınırız, ama gidemeyiz.
Dünyanın en fazla cesaret gerektiren olayıdır gitmek. Bazı korkak cengaverlerimiz de vardır ki kaçmak ile gitmeyi birbirlerine karıştırırlar; kendilerini avuturlar. Gittiklerini sandıkları herşeyin ardından akıllarında bir ‘acaba’, kalplerinde de bir geri dönme umuduyla kaçarlar; ki gittikleri şey kendini kovalasın, geri getirsin, suçu kendi üstünden alsın, vicdanı rahatlasın diye. Kaçmak için hep son dakikaya kadar beklerler; suçlarını bildikleri için, sırf vicdanlarını kandırma adına bir kılıf ararlar,çoğu zaman da bulup kaçarlar, vicdanını kandırdığını sanarak. İnsan herkesten çok kendini kandırmaz mı zaten?
Dünyanın yuvarlaklığından olsa ki; herdaim kaçan sevilir de, gidenden nefret eder kalanlar, istisnasız. Ondandır ki korkaklar bu dünyada hepbirlikte, mutlu yaşarlar; cesareti olanlar ise yalnızlığa mahkumdur. Cesaretinden dolayı asıl sevilmesi gereken giden asla sevilmez çünkü, herkes derinden bilir bunu. “Kimse sevilmemeyi göze alamaz. O yüzden kimse kimseyi terk etmek istemez, karşıdaki anlasın da gitsin isteriz hepimiz. Ya gitmezse? O zaman büyük ve tehlikeli ve günahlı kararlar bize kalmasın isteriz.” demiş Ece Temelkuran. Paragrafını ben tamamlayayım. O zaman büyük ve tehlikeli ve günahlı kararlar bize kalmasın isteriz, ve kaçarız. Belki gitmememiz gereken bir şeyden, yerden, yardan bile; abuk sabuk bir bahane arar, bulur, sırf korkaklığımızdan dolayı kaçarız. ‘Acaba bir gün geri döner miyim’ umudu ve kürkçü dükkanı biletini cebimize koymuş olarak. Çünkü gitmek; büyük ve tehlikeli ve günahlı bir karardır.
Dünyanın en az kişi tarafından becerilebilinmiş işidir gitmek. Her isteyen gidemez öyle şıp diye; sonuçları, acıları, etkileri vardır bu işin. Her gidiş yaptığın nokta bir yol ayrımıdır hayatın için; birinden gitmeyi seçersin, ama paralel bir yolda onunla birlikte devam edebilecek bir hayatın olduğunu aklına getirirsin o an. Bir eşyadan gidersin, belki ileride işine yarayabileceği bir engel çıkma ihtimalini düşünürsün. Paralel yoldaki benliğinin başarılı olacağını düşünür, hata yaptığını sanırsın. İşte gidenler ve kaçanlar bu noktada ayrılmaktalar. İleride bir gün ‘keşke’ diyen adam kaçmıştır aslında. Çünkü ‘keşke’, cesur bir insanın kullanmayacağı, dünyanın en ırzına geçilesi kelimesidir. Bir kez ağına düşürdüğünde seni, aklını kemirir durur; kaf dağının ardındaki rüzgarlarla bilek güreşi yapmaktan alıkoyar, geçmişe hapseder.
Eğer sen; içinde bulunduğun durumdan yakınıyorsan eline geçen her fırsatta, ‘bitti artık’ diyebiliyorsan, ardına hiç bakmamaya hazırsan, hatta bir süre de idare edebiliyorsan o’nsuz, gitmeye hazırsın. Ama herkese gittiğini ilan edip de sonrasında hala önüne gelen herkesle o’nu kıyaslıyorsan, abuk sabuk zamanlarda aklına gelebiliyorsa o, kafanda hala bitiremiyorsan ve sonunda tıpış tıpış geri dönüyorsan eğer; kusura bakma ama sendeki sevgi değil, gurursuzluk ve korkaklık. Senin yaptığın iş de gitmek değil, kaçmak be güzelim. Sonra burnun sürtündüğünde bir daha; sağda solda yakınma, lütfen.
Gelgelelim sana Refik. Sen sen ol, altından kalkamayacağın kararlar, üstesinden gelemeyeceğin sözler verme, büyük laflar etme. Birazcık gururlu ol, gitmek gerektiği zaman iyi düşün, ama kesin karar ver, kaçanlardan olma. Evet, belki korkaklar mutlu gibi görünebilir şu hayatta, ama biz gidenlerin değerini anlamayacaklarla mutlu olmaya çalışmak da, bize yakışmaz. Çünkü Mevlana’nın da dediği gibi "Yalnızlık adam olmayanların vereceği saygıdan, sevgiden yeğdir". Ayrıca bu dizeler da sana gelsin:
“Gitmek cesaret ister ufaklık.
Gidecegin yer neresi olursa olsun,
Sevdiklerinle arana mesefe girince,
Varış yerinin hiç bir anlamı kalmaz.
Vedalaşmakta zor iştir biliyo musun?
Oturursun geminin kıçına.
Bakarsın sevdiklerine gittikçe ufalırlar, ufalırlar, kaybolurlar.
O zaman anlarsın işte:
Vedaşalmak asıl kalana değil, gidene koyar.
100 defa söyledim sana hüzünlü değilim, mizacım böyle.
Bak şarabımla beraberim.
Çocukluğumdan beri hayaller kuruyorum.
Şarabımdan ayrılmadan hemde.
Ben şarabımdan ayrılmıyorum.
O da bana bunca gidene rağmen hala hayal kurdurtmaya devam ediyor.
Ne olmuş yani büyük adam olamadıksa?
Hayallerimizi satmadık ya?”
P.s: Gecenin şarkısı da bu olsun, sahi bu ibrahim abi nerelerde ya?: http://fizy.com/#s/1aj8hm
18 Ekim 2011 Salı
EGO 109 - Biz Mükemmel Olmaya Çalışırken Önümüze Taş Koyan Şu Feleğin Ta …
“Kim demiş erkekler duygusuz diye,
Yağmurda da ağlarız biz yeri gelince.”
'Toplumsal cinsiyet rolleri' klişesini çoğunuz duymuşsunuzdur. İnsanoğlunun tekerleği icat ettiği zamandan, çelik-titanyum karışımı dingiller yaptığı günümüze kadar; erkeğin vazifesi angarya, kadınların vazifesi de en az bizimki kadar zor olan(!) ev işleri olmuştur. Şimdi bana “kadın-erkek eşittir, bık bık” şeklinde gelmeyin, yarı sosyolog olarak söylüyorum, rolünüz bu. Erkek tavşanı avlar, kadın pişirir, beraberce yerler.
Neyse efendim geçenlerde dedim ki “lan şu evdeki nevresim takımımı bi yıkayayım, pasaklı yaşamayalım artık, azıcık insan olalım, hijyen filan”, hani normal insanlar insan zamanla kirlendiğini bildiği, ağzının yüzünün değdiği şeyin temiz olmasını istiyormuş; annem söyledi, ben de inandım ve uygulamaya karar verdim. Özenle çıkardım kılıfları birer birer, sonra kendiminkileriyle yetinmeyip misafir nevresimlerini de ekleyip komple makinaya attım, bitince de bir güzel dışarıya astım. Ama bir ev kadını edasıyla yapıyorum böyle, erkek başıma nevresim astığımı gören sokağımızın teyzeleri ibretle bakıyorlar, “kolay gelsin evladım” filan diyorlar, başımda bi dantelli yazma eksik, öyle böyle değil yani. Bununla kalmayıp, gözüme kılıfsız pek de hijyenik gelmeyen, kim bilir hangi rüyalarda ağzımın suyuyla defalarca yıkanmış olan fedakar yastığımı da makinaya atıp birgüzel yıkadım, çıkarınca da kuruması için pencerenin önüne güzelce koydum. Tabii güzelim evrenimiz ve Mikail abimiz, rolümün dışına fazlasıyla çıktığımı düşünmüş olucak ki; o gece ben uyur uyumaz bir anda göğü gürüldetip beni uyandırdı ve anında bastırdı yağmuru, ve yılın ilk yağmuru olduğu için nevresimler o simsiyah yağmur suyuyla bir kez daha yıkandılar, eskilerinden daha da kirli oldular, çok şükür. Ben sinirimden dışarıda bırakıcaktım alayını gelecek yaza kadar, ama saygıdeğer ev arkadaşım sağolsun acıyıp toplamış.
Bundan iki hafta kadar sonra, dünyanın parasını verip, giymeye bile kıyamadığım pantolonumla beraber bir gezinti yapmaya karar verdim. Hani ‘sakınan göze çöp batar’ misali, yaklaşık 1 metre boyunda olduğunu düşündüğüm bücür, elindeki dondurma külahıyla (ulan Ekim ayındayız, hangi anne çocuğunda Ekim ayında dondurma alır ya ?!) benim Nejat Alp’in kız arkadaşını sevdiği gibi sevdiğim, gözümden sakındığım pantolonumla bir güzel seviştirdi. Nejat Abi’nin Kadıköy iskelesinde boynuzlandığını gördüğü o sahneden daha çok eridi içim, üzerimdeki zilyon renkte gıda boyasına sahip dondurmayla beraber. Hemen koştum eve tabii ki, çıkarıp attım makineye ve bitene kadar otistik gibi önünde oturup bekledim, lekelerin çıkması için dualar ettim. Bittiğinde gayet temizlenmiş olduğuna kanaat getirip dışarı astım ama bu sefer meteorolojinin saatlik hava tahminlerine dahi baktım, o gün ve gece hiçbirşey görünmüyordu. Onu asarken alt kattaki camın önünde duran, iki haftalık yağmur mağduru emektar yastığımı görüp bir kez daha iç çektim, ancak onun için artık herşey çok geçti.
Derken kafamı yastığa koydum, tam da “acaba yarın fazla güneş olursa rengini bozar mı?” şeklinde düşüncelere dalarken uyuyakalmışım. Kabuslu birkaç saatin ardından yine bir gök gürültüsüyle gözlerimi açtım, ve şırıl şırıl kendini İstanbul’u ve benim pantolonu yıkamaya adamış o güzel yağmurun sesini duydum ve hayatımda yanılmıyorsam 5.kere ağladım.
Kısacası Refik, bu hayatta fazla kasmayacaksın. Hayat biz erkeklerin pasaklı olması için herşeyi ama herşeyi, inanılmaz organize bir şekilde yerine getiriyor, karşılığında bize biçtiği rolu oynamamızı istiyor. Sen sen ol, evin barkın olursa bir tane de kurutma makinesi al. Yoksa bu global warming yüzünden Londra’ya dönen canım şehrimizde, artık gönül rahatlığıyla çamaşır asamayacak, kurutamayacağız.
P.s: Yazının başındaki beyit şahsıma aittir.
P.s2: Biz mükemmel olmaya çalışıyoruz elbette, ancak felek; çarkını bizim odun olmamız için döndürüyor kızlar, kusura bakmayın.
P.s3: Nejat Abi'nin hikayesini bilmeyenler için: http://fizy.com/#s/1aiaxm
Yağmurda da ağlarız biz yeri gelince.”
'Toplumsal cinsiyet rolleri' klişesini çoğunuz duymuşsunuzdur. İnsanoğlunun tekerleği icat ettiği zamandan, çelik-titanyum karışımı dingiller yaptığı günümüze kadar; erkeğin vazifesi angarya, kadınların vazifesi de en az bizimki kadar zor olan(!) ev işleri olmuştur. Şimdi bana “kadın-erkek eşittir, bık bık” şeklinde gelmeyin, yarı sosyolog olarak söylüyorum, rolünüz bu. Erkek tavşanı avlar, kadın pişirir, beraberce yerler.
Neyse efendim geçenlerde dedim ki “lan şu evdeki nevresim takımımı bi yıkayayım, pasaklı yaşamayalım artık, azıcık insan olalım, hijyen filan”, hani normal insanlar insan zamanla kirlendiğini bildiği, ağzının yüzünün değdiği şeyin temiz olmasını istiyormuş; annem söyledi, ben de inandım ve uygulamaya karar verdim. Özenle çıkardım kılıfları birer birer, sonra kendiminkileriyle yetinmeyip misafir nevresimlerini de ekleyip komple makinaya attım, bitince de bir güzel dışarıya astım. Ama bir ev kadını edasıyla yapıyorum böyle, erkek başıma nevresim astığımı gören sokağımızın teyzeleri ibretle bakıyorlar, “kolay gelsin evladım” filan diyorlar, başımda bi dantelli yazma eksik, öyle böyle değil yani. Bununla kalmayıp, gözüme kılıfsız pek de hijyenik gelmeyen, kim bilir hangi rüyalarda ağzımın suyuyla defalarca yıkanmış olan fedakar yastığımı da makinaya atıp birgüzel yıkadım, çıkarınca da kuruması için pencerenin önüne güzelce koydum. Tabii güzelim evrenimiz ve Mikail abimiz, rolümün dışına fazlasıyla çıktığımı düşünmüş olucak ki; o gece ben uyur uyumaz bir anda göğü gürüldetip beni uyandırdı ve anında bastırdı yağmuru, ve yılın ilk yağmuru olduğu için nevresimler o simsiyah yağmur suyuyla bir kez daha yıkandılar, eskilerinden daha da kirli oldular, çok şükür. Ben sinirimden dışarıda bırakıcaktım alayını gelecek yaza kadar, ama saygıdeğer ev arkadaşım sağolsun acıyıp toplamış.
Bundan iki hafta kadar sonra, dünyanın parasını verip, giymeye bile kıyamadığım pantolonumla beraber bir gezinti yapmaya karar verdim. Hani ‘sakınan göze çöp batar’ misali, yaklaşık 1 metre boyunda olduğunu düşündüğüm bücür, elindeki dondurma külahıyla (ulan Ekim ayındayız, hangi anne çocuğunda Ekim ayında dondurma alır ya ?!) benim Nejat Alp’in kız arkadaşını sevdiği gibi sevdiğim, gözümden sakındığım pantolonumla bir güzel seviştirdi. Nejat Abi’nin Kadıköy iskelesinde boynuzlandığını gördüğü o sahneden daha çok eridi içim, üzerimdeki zilyon renkte gıda boyasına sahip dondurmayla beraber. Hemen koştum eve tabii ki, çıkarıp attım makineye ve bitene kadar otistik gibi önünde oturup bekledim, lekelerin çıkması için dualar ettim. Bittiğinde gayet temizlenmiş olduğuna kanaat getirip dışarı astım ama bu sefer meteorolojinin saatlik hava tahminlerine dahi baktım, o gün ve gece hiçbirşey görünmüyordu. Onu asarken alt kattaki camın önünde duran, iki haftalık yağmur mağduru emektar yastığımı görüp bir kez daha iç çektim, ancak onun için artık herşey çok geçti.
Derken kafamı yastığa koydum, tam da “acaba yarın fazla güneş olursa rengini bozar mı?” şeklinde düşüncelere dalarken uyuyakalmışım. Kabuslu birkaç saatin ardından yine bir gök gürültüsüyle gözlerimi açtım, ve şırıl şırıl kendini İstanbul’u ve benim pantolonu yıkamaya adamış o güzel yağmurun sesini duydum ve hayatımda yanılmıyorsam 5.kere ağladım.
Kısacası Refik, bu hayatta fazla kasmayacaksın. Hayat biz erkeklerin pasaklı olması için herşeyi ama herşeyi, inanılmaz organize bir şekilde yerine getiriyor, karşılığında bize biçtiği rolu oynamamızı istiyor. Sen sen ol, evin barkın olursa bir tane de kurutma makinesi al. Yoksa bu global warming yüzünden Londra’ya dönen canım şehrimizde, artık gönül rahatlığıyla çamaşır asamayacak, kurutamayacağız.
P.s: Yazının başındaki beyit şahsıma aittir.
P.s2: Biz mükemmel olmaya çalışıyoruz elbette, ancak felek; çarkını bizim odun olmamız için döndürüyor kızlar, kusura bakmayın.
P.s3: Nejat Abi'nin hikayesini bilmeyenler için: http://fizy.com/#s/1aiaxm
13 Ekim 2011 Perşembe
EGO 108 – Hayal Kurayım Derken Hülyaların Esiri Olmak
Çocukluğumuzda herşey daha güzeldi değil mi?
Bu sözü yaşı kemale ermiş biri olarak söylemiyorum tabiki, ancak bunca gerekli gereksiz sorumluluğunun arasından dönüp çocukluğuna bakınca insan, büyümek istemiyor; hep o annesini peşinden koşturan, söz dinlemeyen, kendisine ‘yapma’ denilen şeyi illa ki yapmayı kafasına koyan, bücür haline dönmek istiyor.
Küçükken hepimizin kocamaan hayalleri vardı elbet. N’oldu peki onlara? Biz büyüdükçe ne değişti, hayallerimiz mi küçüldü? Yoksa hayal kurma konusunda eskisi kadar cesur değil miyiz artık? Sorumluluk sahibi olmanın insana kattığı şeyler aşikar, peki ya insandan götürdükleri? Bunu hiç düşüneniniz oldu mu? Yoksa insan yaşının ilerlemesiyle kaybettiği masumiyetiyle beraber mi gitti onca büyük hayaller? Neredeler şimdi?
“Büyüyünce ne olucaksın bakalım?” sorusuna tüm yaşıtlarım tereddütsüz cevap verirlerdi ilkokuldayken. Kimisi pilot olucaktı, kimisi astronot, kimisi manken olucaktı, kimisi doktor. “İmam olup cennete gidicem ben” diyen, hatta aramızda konuşurken “para pezevenklikteymiş, öyle duydum” şeklinde düşünebilen arkadaşlarım vardı. Ama benim hiç onlar gibi hayallerim yoktu, olmadı da. Nedendir bilmem, 6 yaşımdayken de ne olacağımı bilemiyordum, şimdi de. Ezik ya da silik bir çocukluğum da olmadı aslında, orta seviyede efendi bir adamdım. 40 dakikalık dersin 5 dakikacık erken bitmesine çılgınlar gibi sevnirdim arkadaşlarımla beraber; hiç zaman kaybetmeden, koşa koşa çıkardık bahçeye, tenefüse eklenen o 5 dakikacığı doya doya yaşamak için kendimizi paralardık. Oysa şimdi bakıyorum, değil 5 dakikalar, bazen günler, haftalar ziyan ettiğim oluyor hiçbir iş yapmadığım, tamamen çöpe attığım. Ortaokul ve lisedeyken okuldan kaçıp çarşıya ya da buluşma noktasına koşarak gittiğim, internet cafelerde yakalanma korkusuyla kendimi en çok adam öldürmeye adadığım o sınırlı zamanların tadını hiçbir yerde bulamıyorum şu anda. Değil internet cafeye gitmek, çocukken gittiğim internet cafeyi satın alma fikri bile heyecanlandırmıyor artık beni.
Anı yaşardık o zamanlar, arkadaşlarımızdan çıkarımız bize ısmarladıkları birkaç gofretle, ya da fen bilgisi sınavında zorla aldığımız birkaç kopyayla sınırlıydı. “Ben astronot olucam lan” diyen, ama bir ev ödevini yapmadığı için korkusundan altına işeyen, ama gururundan asla ödün vermeyen bir arkadaşım vardı; beden eğitimi olan yan sınıftan bir eşofman ödünç alıp ona giydirmiştik, üstüne bi de beğenmeyip ‘ben bunu giymem lan’ demişti pezevenk. Ama o günlerin de, o arkadaşlıkların da tadı bambaşkaydı be.
Gelelim çocukluk aşklarına. Ben Kayseri’deyken ‘çıkma’ diye bi kelime hatırlamıyorum, ama çıkmak için sorulan soru tek idi: ‘arkadaşım olur musun?’. Bu soruyu ilk sorduğum şanslı(?!) kız apartman yöneticimizin kızıydı, tabi bi havası vardı muhitte, ama bende ne hoşlantı vardı ne de benzeri bi duygu, sırf diğerlerinden eksik kalmamak için, zamanlamayı da mükemmel yapınca, işler istediğim gibi gitti. Onunla tanıştığımız günü de, arkadaşlık teklif ettiğim o günü de hiç unutmam. Kızın annesi en üst kattan seslenmişti hava kararırken, hemen orda annesinin ikimizi göremeyeceği, apartmanın ışık almayan tarafına tutup çektim kendisini (şu anda aklından sapıkça şeyler geçireni ıslak sopayla döverim) ve malum soruyu sordum. Yaklaşık 1.5 saniye kadar düşünüp ‘evet’ dedi ve koşarak uzaklaştı ordan (şimdiki aklım olsa bir kereclik öperdim diyorum hani, ama o da olmadı).
Neyse efendim, biz çıkmaya başladığımızdan 2 gün sonra Kayseri’den Eskişehir’e taşınmamız gerektiğini öğrendim, neyse daha değil ilk öpücük, el ele tutuşamadan hoop taşındık, kendisi bi el bile sallamadı ben giderken lan. Kayseri’deyken de büyük hayallerim yoktu, Eskişehir’e gelince de olmadı.
Lise hayatım ve üniversiteye hazırlık zamanlarımda duyardım milletin hayallerini; seneler boyunca ‘pskoloji okuycam ben’ diye gezinen arkadaşımın iktisat okumak zorunda kalacağını da adım gibi biliyordum aslında; ‘biz evlenicez lan’ diyen ergenimsilerin okul bittikten birkaç hafta sonra ayrışacaklarını da bildiğim gibi. O zaman da pek bi hayalim olmadı, ne kadar iyi bir puan alırsam seçeneklerin o kadar çoğalacağının farkındaydım, elimden gelenin azıyla da şimdi olduğum yere geldim. Ama hayallerim değildi beni buraya getiren, daha farklı birşeydi.
Şimdi insanlar görüyorum, hayaller kurayım derken hülyaların esiri olan. Önümdeki tablo hiç değişmiyor. Daha hazırlık okuyorken hangi üniversitede master yapacağına karar vermeye çalışan, sevgili olalı 1 ay olmadan perdelerinin rengini tartışan, balayında nereye gideceklerine karar vermeye çalışan, ‘biz hiç ayrılmayacağız ki aşkııooom’ diyen insanlar. Ve anlam veremiyorum onların hayallerine. İnsanlar bunca hayal kuracaklarına birazcık halletmeleri gereken şeylere odaklansalar, hayat daha yaşanır bir hal alacak aslında. Ama onlar bilmiyorlar bunu, ya da bilmemezlikten geliyorlar, bilemiyorum.
Hayal kurmak da bir uyuşturucudur aslında. Daha ilerileri düşündükçe daha da batarsın, uzaklaşırsın gerçek hayatından. Zaten ister arkadaşın olsun ister sevgilin, birlikte hayaller kurduğun birisinden ayrıldıktan sonra, içinde oluşan boşluğun sebebi kişiler değil; tek başına gerçekleştiremeyeceğini bildiğin o hayallerin altında kalmandır. Günümüz gençliğinin ergence kurdukları hayallerinin altında kalıp, sonra eline geçirdiği her platformda zırıldanmasının temel sebebi de budur.
Gelgelelim sana Refik; sen sen ol, hayal kurmanın bokunu çıkarma. Sevgilinle daha ilk ayında perde seçip, ikinci ayında kaç çocuk yapacağınızın hayalini kurma, kurdurulmak istediğinde de reddet, savaş. Çünkü rüya bitince kafana inecek o tokmağın büyüklüğü, hayal kurdukça büyür, kocaman olur. Bu yüzden herşey uyuşturucudur, önemli olan dozdur.
Yazımı da şu dizeyle bitireyim istedim:
Ne olmuş yani büyük adam olamadıksa?
Hayallerimizi satmadık ya?
p.s: Aslında uzun zamandır planladığım bir yazıydı, ancak kısmet bugüne imiş.
p.s2: Yazı biçimimde meydana gelen değişim deneme amaçlıdır, eskiden orijinal olması için büyük harf kullanmıyordum, fakat değiştirme kararı aldım, sebebi yok.
Bu sözü yaşı kemale ermiş biri olarak söylemiyorum tabiki, ancak bunca gerekli gereksiz sorumluluğunun arasından dönüp çocukluğuna bakınca insan, büyümek istemiyor; hep o annesini peşinden koşturan, söz dinlemeyen, kendisine ‘yapma’ denilen şeyi illa ki yapmayı kafasına koyan, bücür haline dönmek istiyor.
Küçükken hepimizin kocamaan hayalleri vardı elbet. N’oldu peki onlara? Biz büyüdükçe ne değişti, hayallerimiz mi küçüldü? Yoksa hayal kurma konusunda eskisi kadar cesur değil miyiz artık? Sorumluluk sahibi olmanın insana kattığı şeyler aşikar, peki ya insandan götürdükleri? Bunu hiç düşüneniniz oldu mu? Yoksa insan yaşının ilerlemesiyle kaybettiği masumiyetiyle beraber mi gitti onca büyük hayaller? Neredeler şimdi?
“Büyüyünce ne olucaksın bakalım?” sorusuna tüm yaşıtlarım tereddütsüz cevap verirlerdi ilkokuldayken. Kimisi pilot olucaktı, kimisi astronot, kimisi manken olucaktı, kimisi doktor. “İmam olup cennete gidicem ben” diyen, hatta aramızda konuşurken “para pezevenklikteymiş, öyle duydum” şeklinde düşünebilen arkadaşlarım vardı. Ama benim hiç onlar gibi hayallerim yoktu, olmadı da. Nedendir bilmem, 6 yaşımdayken de ne olacağımı bilemiyordum, şimdi de. Ezik ya da silik bir çocukluğum da olmadı aslında, orta seviyede efendi bir adamdım. 40 dakikalık dersin 5 dakikacık erken bitmesine çılgınlar gibi sevnirdim arkadaşlarımla beraber; hiç zaman kaybetmeden, koşa koşa çıkardık bahçeye, tenefüse eklenen o 5 dakikacığı doya doya yaşamak için kendimizi paralardık. Oysa şimdi bakıyorum, değil 5 dakikalar, bazen günler, haftalar ziyan ettiğim oluyor hiçbir iş yapmadığım, tamamen çöpe attığım. Ortaokul ve lisedeyken okuldan kaçıp çarşıya ya da buluşma noktasına koşarak gittiğim, internet cafelerde yakalanma korkusuyla kendimi en çok adam öldürmeye adadığım o sınırlı zamanların tadını hiçbir yerde bulamıyorum şu anda. Değil internet cafeye gitmek, çocukken gittiğim internet cafeyi satın alma fikri bile heyecanlandırmıyor artık beni.
Anı yaşardık o zamanlar, arkadaşlarımızdan çıkarımız bize ısmarladıkları birkaç gofretle, ya da fen bilgisi sınavında zorla aldığımız birkaç kopyayla sınırlıydı. “Ben astronot olucam lan” diyen, ama bir ev ödevini yapmadığı için korkusundan altına işeyen, ama gururundan asla ödün vermeyen bir arkadaşım vardı; beden eğitimi olan yan sınıftan bir eşofman ödünç alıp ona giydirmiştik, üstüne bi de beğenmeyip ‘ben bunu giymem lan’ demişti pezevenk. Ama o günlerin de, o arkadaşlıkların da tadı bambaşkaydı be.
Gelelim çocukluk aşklarına. Ben Kayseri’deyken ‘çıkma’ diye bi kelime hatırlamıyorum, ama çıkmak için sorulan soru tek idi: ‘arkadaşım olur musun?’. Bu soruyu ilk sorduğum şanslı(?!) kız apartman yöneticimizin kızıydı, tabi bi havası vardı muhitte, ama bende ne hoşlantı vardı ne de benzeri bi duygu, sırf diğerlerinden eksik kalmamak için, zamanlamayı da mükemmel yapınca, işler istediğim gibi gitti. Onunla tanıştığımız günü de, arkadaşlık teklif ettiğim o günü de hiç unutmam. Kızın annesi en üst kattan seslenmişti hava kararırken, hemen orda annesinin ikimizi göremeyeceği, apartmanın ışık almayan tarafına tutup çektim kendisini (şu anda aklından sapıkça şeyler geçireni ıslak sopayla döverim) ve malum soruyu sordum. Yaklaşık 1.5 saniye kadar düşünüp ‘evet’ dedi ve koşarak uzaklaştı ordan (şimdiki aklım olsa bir kereclik öperdim diyorum hani, ama o da olmadı).
Neyse efendim, biz çıkmaya başladığımızdan 2 gün sonra Kayseri’den Eskişehir’e taşınmamız gerektiğini öğrendim, neyse daha değil ilk öpücük, el ele tutuşamadan hoop taşındık, kendisi bi el bile sallamadı ben giderken lan. Kayseri’deyken de büyük hayallerim yoktu, Eskişehir’e gelince de olmadı.
Lise hayatım ve üniversiteye hazırlık zamanlarımda duyardım milletin hayallerini; seneler boyunca ‘pskoloji okuycam ben’ diye gezinen arkadaşımın iktisat okumak zorunda kalacağını da adım gibi biliyordum aslında; ‘biz evlenicez lan’ diyen ergenimsilerin okul bittikten birkaç hafta sonra ayrışacaklarını da bildiğim gibi. O zaman da pek bi hayalim olmadı, ne kadar iyi bir puan alırsam seçeneklerin o kadar çoğalacağının farkındaydım, elimden gelenin azıyla da şimdi olduğum yere geldim. Ama hayallerim değildi beni buraya getiren, daha farklı birşeydi.
Şimdi insanlar görüyorum, hayaller kurayım derken hülyaların esiri olan. Önümdeki tablo hiç değişmiyor. Daha hazırlık okuyorken hangi üniversitede master yapacağına karar vermeye çalışan, sevgili olalı 1 ay olmadan perdelerinin rengini tartışan, balayında nereye gideceklerine karar vermeye çalışan, ‘biz hiç ayrılmayacağız ki aşkııooom’ diyen insanlar. Ve anlam veremiyorum onların hayallerine. İnsanlar bunca hayal kuracaklarına birazcık halletmeleri gereken şeylere odaklansalar, hayat daha yaşanır bir hal alacak aslında. Ama onlar bilmiyorlar bunu, ya da bilmemezlikten geliyorlar, bilemiyorum.
Hayal kurmak da bir uyuşturucudur aslında. Daha ilerileri düşündükçe daha da batarsın, uzaklaşırsın gerçek hayatından. Zaten ister arkadaşın olsun ister sevgilin, birlikte hayaller kurduğun birisinden ayrıldıktan sonra, içinde oluşan boşluğun sebebi kişiler değil; tek başına gerçekleştiremeyeceğini bildiğin o hayallerin altında kalmandır. Günümüz gençliğinin ergence kurdukları hayallerinin altında kalıp, sonra eline geçirdiği her platformda zırıldanmasının temel sebebi de budur.
Gelgelelim sana Refik; sen sen ol, hayal kurmanın bokunu çıkarma. Sevgilinle daha ilk ayında perde seçip, ikinci ayında kaç çocuk yapacağınızın hayalini kurma, kurdurulmak istediğinde de reddet, savaş. Çünkü rüya bitince kafana inecek o tokmağın büyüklüğü, hayal kurdukça büyür, kocaman olur. Bu yüzden herşey uyuşturucudur, önemli olan dozdur.
Yazımı da şu dizeyle bitireyim istedim:
Ne olmuş yani büyük adam olamadıksa?
Hayallerimizi satmadık ya?
p.s: Aslında uzun zamandır planladığım bir yazıydı, ancak kısmet bugüne imiş.
p.s2: Yazı biçimimde meydana gelen değişim deneme amaçlıdır, eskiden orijinal olması için büyük harf kullanmıyordum, fakat değiştirme kararı aldım, sebebi yok.
2 Ağustos 2011 Salı
EGO 107 – Değişim Üzerine
şu kadar yıllık hayatımda insanoğlu hakkında tek şey öğrendiysem o da insanın hiçbir zaman aynı kalamadığıdır..çocukluğumuzdan şu ana kadar yaşadığımız, gözlemlediğimiz ya da bize telkin edilen herşeyden bir parça benliğimize ekleyip yolumuza devam etmişizdir belki farkında bile olmayarak..tıpkı avuca sığan miniminnacık bir kartopundan insan boyunu aşan dev bir yığına gider gibi yuvarlanarak biriktirmişizdir önümüze çıkan herşeyi..
küçükken her birimiz öyle ya da böyle kardanadam yapmışızdır bir şekilde; ben, kartopumu yuvarlayarak büyütmeye çalışırken en nefret ettiğim şey, bembeyaz kar dışındaki birtakım pisliklerin de kartopuma bulaşmasıydı; ufak taşlar olsun, çamur olsun, ot olsun, mutlaka yapışıp gelirdi onca emek harcadığım kardanadamımın gövdesiyle birlikte..ben de o pislikleri temizlemek daha zor geldiği ve amaçladığım mükemmel yuvarlak şeklini bozacağı için üzerini bir miktar daha temiz karla kapatıp, en göz kamaştıran kardanadamı yapmaya çalışırdım herzaman..
şimdi farkettim de, aslında bu olay hayatın ta kendisiymiş..hepimizin başından iyi ya da kötü birçok olay geçmekte, etkileri de kartopuna yapışan çamur gibi benliğimize yapışmakta..kazıyıp atmaya çalışırsak mükemmel şeklimiz bozulacak diye, üzerini karla kaplasak da içinin pislik olduğunu bileceğiz diye korkmaktayız..kısacası bütün uçları boklu değnek durumu.
insanın hiçbir zaman aynı kalamayışının sebebi bu aslında; ne yaparsan yap, nereye gidersen git; kimileri kader desin, kimileri karma, iyi ya da kötü onlarca el bir şekilde senin kartopunu bulup yuvarlıyor, birşeyler ekleyip çıkarıyor, kirletiyor, temizlemeye çalışıyor, kaynar su döküp eritiyor, bazen de senden bir parça koparıp kendisiyle beraber götürüyor..bazenseinsan bilerek ve isteyerek temiz yolu bırakıyor, kendini boka yuvarlıyor..kısacası hiçbir zaman bembeyaz kalamıyor..al sana hayat.
evin, arkadaşların, çevren, fiziğin, ruhun, aklın, mantığın, masumiyetin, hayallerin kısaca herşeyin ama herşeyindeğişiyor be insanoğlu..bir gün tapılası şekilde istediğin bir şeye bir başka gün tiksinerek bakar oluyorsun, sen ayşe’yi isterken fatma çıkıyor, sonra fatmayı istiyorsun, sonra hiçbirini..ordan oraya yuvarlanırken bir bakıyorsun, aslında sen eski sen değilsin, sonra oturup ‘ne oldum’ tribine giriyorsun..
nerden geldi bu kadar felsefe diye soracaksınız: hemen izah edeyim..yakınlarda yeni bir evim oldu, 1+1 ama dublex, küçücük bi daire..önünde belki onlarca yırdır orda duran külüstür mavi bir vosvos ve sadece tek arabanın geçebileceği büyüklükte, çocukların sabahtan akşama kadar bağıra çağıra oyun oynadıkları ki çoğu zaman uykumun ağzına etmelerine rağmen gayet ısındığım bir sokak..işte dün yine öylesine çocukları izlerken biri gruptan ayrılıp evine doğru yöneldi ve “anneeeeeeeeeee” diye seslendi, bir daha ve bir daha..annesi sayesinde istediği şey her ne ise o anda oldu ve oyununa devam etti..işte o an donakaldım..hani biz erkek milleti olarak duygusuz odunuz ya, sevgiliyken aşkım; eski sevgiliyken de ‘orospu çocuğu’ olan biz, kadın ruhundan zerre anlamayan, 10 saniyede bir seksi düşünen, sadece kendisini düşünen, çükünün boyu kadar adam olacağını zanneden biz.
ve o an benim kartopuma o kadar çok elin dokunduğunu farkettim ki..hepsinin izini ayrı ayrı görebildim o çocuğun masum bağırışının sayesinde..farkettim ki hayatından geçen onlarca el beraberinde benden parça parça götürmüş aslında..birkaç zaman önce ‘senin hayalin ne’ sorusuna belki saatlerce konuşacak adam, ben, şimdi derin derin düşünmekte, onca hayalin nereye toz olduğunu kendi kendine sormakta..
ve o an şunu da farkettim: benliğimi avuçlayanlar o kadar çok çalmış ki benden, hayallerimden; aslında şu an bir başkasının hayallerinde yaşamaktayım, bir zamanlar bana büyük bir hevesle anlattığı, dinlemediğimi sanıp uğrunda bana trip attığı bir hayalin içinde..o kadar kolay harcamışım ki kendiminkileri, dönüp arkaya bakmaktan değil; arkada kalanları görüp elimde o kocaman kartopundan ne kadar az kaldığını görmekten korktuğum için bu hale gelen bir post-ergen olmuşum.
kısacası refik; sen sen ol, kartopunu fazla avuçlatmamaya çalış..her gelenin sana birşeyler katacağı insanları hayatına almaya gayret et..ve çok hayal kur; yüzlerce, binlerce, milyonlarca..senden götürenlerin yerine her zaman bir yedeğin olsun..ve birisi senin beyazlığına bok attığında onun üstünü kapayıp, kendini kandırma; kazı ve at..diğerini ben denedim, pek de işe yaramıyor açıkcası.
bu da gecenin şarkısı olsun, yazıyla alakalı mı bilmem, ama ağır şarkı be:
p.s:gecenin 2.şarkısı
küçükken her birimiz öyle ya da böyle kardanadam yapmışızdır bir şekilde; ben, kartopumu yuvarlayarak büyütmeye çalışırken en nefret ettiğim şey, bembeyaz kar dışındaki birtakım pisliklerin de kartopuma bulaşmasıydı; ufak taşlar olsun, çamur olsun, ot olsun, mutlaka yapışıp gelirdi onca emek harcadığım kardanadamımın gövdesiyle birlikte..ben de o pislikleri temizlemek daha zor geldiği ve amaçladığım mükemmel yuvarlak şeklini bozacağı için üzerini bir miktar daha temiz karla kapatıp, en göz kamaştıran kardanadamı yapmaya çalışırdım herzaman..
şimdi farkettim de, aslında bu olay hayatın ta kendisiymiş..hepimizin başından iyi ya da kötü birçok olay geçmekte, etkileri de kartopuna yapışan çamur gibi benliğimize yapışmakta..kazıyıp atmaya çalışırsak mükemmel şeklimiz bozulacak diye, üzerini karla kaplasak da içinin pislik olduğunu bileceğiz diye korkmaktayız..kısacası bütün uçları boklu değnek durumu.
insanın hiçbir zaman aynı kalamayışının sebebi bu aslında; ne yaparsan yap, nereye gidersen git; kimileri kader desin, kimileri karma, iyi ya da kötü onlarca el bir şekilde senin kartopunu bulup yuvarlıyor, birşeyler ekleyip çıkarıyor, kirletiyor, temizlemeye çalışıyor, kaynar su döküp eritiyor, bazen de senden bir parça koparıp kendisiyle beraber götürüyor..bazenseinsan bilerek ve isteyerek temiz yolu bırakıyor, kendini boka yuvarlıyor..kısacası hiçbir zaman bembeyaz kalamıyor..al sana hayat.
evin, arkadaşların, çevren, fiziğin, ruhun, aklın, mantığın, masumiyetin, hayallerin kısaca herşeyin ama herşeyindeğişiyor be insanoğlu..bir gün tapılası şekilde istediğin bir şeye bir başka gün tiksinerek bakar oluyorsun, sen ayşe’yi isterken fatma çıkıyor, sonra fatmayı istiyorsun, sonra hiçbirini..ordan oraya yuvarlanırken bir bakıyorsun, aslında sen eski sen değilsin, sonra oturup ‘ne oldum’ tribine giriyorsun..
nerden geldi bu kadar felsefe diye soracaksınız: hemen izah edeyim..yakınlarda yeni bir evim oldu, 1+1 ama dublex, küçücük bi daire..önünde belki onlarca yırdır orda duran külüstür mavi bir vosvos ve sadece tek arabanın geçebileceği büyüklükte, çocukların sabahtan akşama kadar bağıra çağıra oyun oynadıkları ki çoğu zaman uykumun ağzına etmelerine rağmen gayet ısındığım bir sokak..işte dün yine öylesine çocukları izlerken biri gruptan ayrılıp evine doğru yöneldi ve “anneeeeeeeeeee” diye seslendi, bir daha ve bir daha..annesi sayesinde istediği şey her ne ise o anda oldu ve oyununa devam etti..işte o an donakaldım..hani biz erkek milleti olarak duygusuz odunuz ya, sevgiliyken aşkım; eski sevgiliyken de ‘orospu çocuğu’ olan biz, kadın ruhundan zerre anlamayan, 10 saniyede bir seksi düşünen, sadece kendisini düşünen, çükünün boyu kadar adam olacağını zanneden biz.
ve o an benim kartopuma o kadar çok elin dokunduğunu farkettim ki..hepsinin izini ayrı ayrı görebildim o çocuğun masum bağırışının sayesinde..farkettim ki hayatından geçen onlarca el beraberinde benden parça parça götürmüş aslında..birkaç zaman önce ‘senin hayalin ne’ sorusuna belki saatlerce konuşacak adam, ben, şimdi derin derin düşünmekte, onca hayalin nereye toz olduğunu kendi kendine sormakta..
ve o an şunu da farkettim: benliğimi avuçlayanlar o kadar çok çalmış ki benden, hayallerimden; aslında şu an bir başkasının hayallerinde yaşamaktayım, bir zamanlar bana büyük bir hevesle anlattığı, dinlemediğimi sanıp uğrunda bana trip attığı bir hayalin içinde..o kadar kolay harcamışım ki kendiminkileri, dönüp arkaya bakmaktan değil; arkada kalanları görüp elimde o kocaman kartopundan ne kadar az kaldığını görmekten korktuğum için bu hale gelen bir post-ergen olmuşum.
kısacası refik; sen sen ol, kartopunu fazla avuçlatmamaya çalış..her gelenin sana birşeyler katacağı insanları hayatına almaya gayret et..ve çok hayal kur; yüzlerce, binlerce, milyonlarca..senden götürenlerin yerine her zaman bir yedeğin olsun..ve birisi senin beyazlığına bok attığında onun üstünü kapayıp, kendini kandırma; kazı ve at..diğerini ben denedim, pek de işe yaramıyor açıkcası.
bu da gecenin şarkısı olsun, yazıyla alakalı mı bilmem, ama ağır şarkı be:
p.s:gecenin 2.şarkısı
12 Haziran 2011 Pazar
EGO 106 – Aşk Korkakların Cezası, Sevda Hakedenlerin Ödülüdür
öncelikle başlıkta geçen ‘sevda’ kelimesi size çok ataerkil ya da kıroca gelebilir; ama güzelim türkçe’mizde derdime tercüman olacak, durumu özetleyecek daha mantıklı bir kelime bulamadım; binaenaleyh, sevda kelimesi daha öz, değiştirilmemiş ve ağızlara sakız olmadığı için, onu kullanmakta karar kıldım.
yine son zamanlarda nereye kafamı çevirsem bir ‘aşk yalan’ serzenişi yapan ergen..şöyle ki: herkes öyle ya da böyle bir şekilde biriyle çıkıyor, ayrılıyor, sonra da yüzüne söylemekten korktuğu şeyleri arkasından söylemek için blog açıyor, twitter accountu alıyor, facebook’unda ve bilimum sosyal ağlarda; başta özdemir asaf, can yücel, küçük iskender ve bilimum ergenimsi mantaliteye hitap eden yazarların sözleri olmak üzere aşkı anlatan, kendi dertlerini ifade ettiklerini düşündüğü şeyleri paylaşıyorlar..her ne kadar da başkalarının sözü olsa da, anlatılmak istenen şeyler sabit: ”herşey acıtıyor, bağlanmak kötü, sevmek bok, memlekette düzgün erkek nerde, tüm kızlar kaltak olmuş” vs..
ergenlerimiz; ilk ayrılık evresi atlatıldıktan sonra sosyal medya araçlarında şöyle güzel, kızların dikkatini çekecek, eski sevgilisine(eğer ulaşabiliyorsa) ufaktan laf sokucu paylaşımlar yapmaya başlıyor..genelde yolu alan ergende bu aktivite fazlalaşır, ama yolu veren de ‘haha ben özgürüm, her boku yer, türlü kevaşelikler yaparım’ modunda da bu işe girişebilir, idolü olarak gördüğü ‘pucca’ saçmalığını kendiyle özdeşleştirerek çalışmalarını onunla aynı olacak derecede başlatabilir..sonra asıl can alıcı kısıma; kendisini artık bir can yücel, bir özdemir asaf olarak gördüğü moda geliyor: “aşk” kelimesi ile başlayan, kendi sözcükleri ile devam eden paylaşımlara..sosyal medyada özellikle blogculuk ve twitter bu konuda dışarıya daha iyi açılım fırsatı verdiğinden dolayı, kızlı erkekli binlerce ergen, derdini başkalarına iletmeye, dikkatlerini çekmeye çalışıyor..fakat biri gelip sorsa “lan aşk nedir” diye, cevaplayamayacak, ama kendisi tek acıyla işin üstadı hissettiğinden dolayı, her paylaşımının arkasında gururla durucak, birazcık beğeni ve ilgi gördümü ‘hobaaa’ diye tempra 1.6d moduna bürünecektir..
peki ya nedir “aşk”?
çoğu insan bilmez ama, orta sonda iken ilk aşkımın bir trafik kazasında ölmesi ve o minik yüreğiyle günlüğünde sayfalarca beni anlatması; ailesinin de ölümünün ardından onun günlüğü ile en sevdiği kolyesini bana vermesi üzerine, onun mezarında okumak üzere bir mektup yazmıştım..zamanı gelince o mektubu buradan da paylaşıcam, ama şimdilik bu yazıda paylaşıp o masum duygularımı; herkesin diline sakız olmuş kevaşe bir kelime ile, yani “aşk” ile kirletmeyi şimdilik düşünmüyorum..okuyan birkaç arkadaşım vardır, fena da değildir hani..ondandır ki ona yazdığım tek mektubun sonunda yer alan cümleyi, düzenli olarak hala sağa sola yazarım: “hiçkimse sandığım kadar masum kalmadı”..çünkü 'aşk', artık asla masum kalamayacak lanetlenmiş bir kelime haline geldi.
peki aşk bu muydu? bir minik yüreğin diğerine açılma fırsatı olmadan kara toprağın altına girip; diğerinin de umutlarını, hislerini, hayallerini beraberinde götürmesi, bir arkadaşımın tabiriyle ‘yarım kalmış bir tablo’ şeklinde seni bırakması mıydı? yoksa o’nu aldığı için kadere duyduğun öfke miydi aşk? o’nu değil görmek, sesini bir daha duyamayacağını bilememek miydi? senin canını bin kat daha acıtacağını bildiğin halde, onun küçücük mezarı başında ağlamak, isyan etmek, onun acısını bir daha tazelemek, bu acıya bağımlı hale gelmek miydi? herkesi ona benzetip, kimseyi onun yerine koyamamak mıydı? her uyuduğunda rüyanda onu görme umuduyla uyumak mı, her sabah yataktan lanet ederek uyanmak mıydı? her hoşlandığın kızı ona ihanet olarak algılamak mıydı? yoksa her kızın ellerini gördüğünde aklına onun yumuk yumuk, belki kendine binlerce defa lanet ettmene sebep olan, senin yüzünden kapıya sıkışan ellerinin gelmesi miydi? her hatırına gelişinde ‘keşke şu anı daha dolu yaşasaydım’ dediğin, o yüzüne gülümserken kıymetini bilemeyip başka yöne baktığın için kendini katletmen, başını duvarlara vurman miydi?
hayır..eğer o ergenlerin diline sakız olmuş, birbirlerine bok atma nedeni olarak gördükleri duygu ‘aşk’ ise, bu aşk değildi..bu kadar aşağılık, bu kadar dillere düşmüş, bu kadar kirletilmiş, bu kadar ırzına geçilmiş bir kelime olamazdı o temiz duyguları ifade eden..her aklına gelişinde, karnının sol alt tarafındaki o saf burukluk, yutkunmak isteyip de yutkunamama, gözlerin bir anda doluşu ve kendini ne kadar zorlasan da döktüğün o birkaç damla, belki de vücudundan çıkan; o güne kadarki en saf, temiz ve katıksız eserinin oluşmasına sebep olan o duygu, böylesine basit bir kelime ile ifade edilmezdi, edilemezdi..işte bu sevdaydı, bağlılıktı, sadakatti, sevgiydi..ama aşk değildi.
gelelim günümüz gençlerinin ‘aşk’ anlayışlarına..shakespeare’nin "beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup "aşk'' sanıyorsunuz!" sözü bu noktada tamamen doğru..günümüz erkek mantalitesine göre aşk, az da olsa değer verdiğin, kendini sana teslim eden ya da etmiş gibi davranan, çoğunlukla sevişme sonucu bir bağ kurduğun kişinin yokluğu sırasında hissettiğin duygudur..çünkü günümüz erkek milleti sevişerek aşık olur, bedene aşık olur; mantaliteye veya ruha değil..bu kadar basit işte, bu kadar ödlekçe, bu kadar hayvanlardan aşağı seviyede..
günümüz kızına söyleyebileceğim şeyler daha fazla; çünkü kız milleti bu konuda biraz daha kompleks ve seviyeli (en azından erkeklere göre)..basitçe söylemek gerekirse kız milleti, kendi egosunu altedebilen erkeğe aşık oluyor..bu durumu biraz açıklayalım:
şimdi her kız bir nebze kendini dünyanın merkezi kabul ettiği için, sevgililerinin kendi dairesi içine girip; 'benim dairem, benim kurallarım' modunda takılmalarını istiyor, seni ufak ufak değiştirmeye, kendi kalıbına sokmaya çalışıyor..burada da kendinden ödün vermeyen, istediğini alamadığı veya umduğunu bulamadığı erkeği zaman zaman kendisi dairesi dışına atıyor, bir şekilde yol veriyor..zaman zaman da erkek postayı koyarak daire sahibinin yıllarca unutamayacağı bir sahne ile gidiyor..zaten özdemir asaf'ın "insanlar gelmeleriyle yalnızlıklarını dağıtanları severler, gitmeleriyle kendilerini yalnız bırakanlara aşık olurlar" sözünün temeli buna dayanır..eğer sen karşındaki kızın egosunu ezip, onu terkedebilecek kadar cesursan ya da kararlıysan, o kız sana hayli hayli aşık olur..kız milleti orda seni arzulamaz; senin peşinden koşup seni elde etme durumunu arzular, tasavvufta bülbülün aslında gülü arzulamadığı, onun peşinde koşarken çektiği çilenin bağımlısı olduğu gibi..ondandır ki hiçbir kız elindekine aşık olmaz, hep bir fazlasını, bir fazlasını ister..
zaten mizacı gereği kız milletinin hayat tarzı, daima bir 'arayış'tır..çoğu zaman neyi aradığını bilemez, ama aramaya devam eder..ondandır ki, sürekli ‘ne istediğini bilememe’ sorunsalı ortaya çıkar..sen onun eline arayacak birşey, çözülecek bir puzzle verdiğin zaman ona odaklanır, diğerlerini görmez olur..sen ondan hoşlanmaya başladığını söylediğin ya da belirttiğin ve biraz diğer erkeklerden ilgisiz davrandığın anda ‘inception’ tarzı bir etkileşimle onun ‘arayış’ının bir parçası oluverirsin..eğer elde etip de yerden yere vurursan, ya da terkedersen, acıya dahi bağımlı hale gelen kız bünyesi seni bir şekilde olsun ister, arzular..bundandır ki iyi erkekler hiçbir zaman kazanamaz; çünkü iyi erkekler ‘elde var 1’ dir ve kız milleti elde ettiği şeye aşık olmaz, olamaz..bundandır ki bi boka yaramaz, bi baltaya sap olmaz, kendisine bir çöp gibi davranan erkek arkadaşına kendini kaptırıp yakın arkadaşlarını, hatta ailesini feda eden zihniyet de, kendine bahşedilen bu yaşam biçiminin; yani 'arayış'ın kurbanıdır..buradan da şu çıkabilir: kız milleti; egosunu altedebilen, sona buna alıştığı anda onu bırakıp giden kişinin bıraktığı acıya aşık olur, onu yaşamak ister..bir nevi mazoşistliktir kız milletinin ‘aşk’ diye tabir ettiği süreç..kendileri aşık oldukları şeyi ‘kişi’ sansalar da, onların arzu ettiği şey aslında bağlandığı o acı çekme duygusudur..bundandır ki çoğu kız, mutlaka bir ‘ulaşılmaz’a aşık olduğunu sanır..’arayış’ının kendisini, ütopyasının peşinden koşarken çekeceği acıya bağımlı hale getireceğini anlamaz, anlayamaz..
bu mantaliteyi anlamak için shakespeare'nin şu satırlarını da paylaşmadan edemeyeceğim:
"you say that you love rain,
but you open your umbrella when it rains..
you say that you love the sun,
but you find a shadow spot when the sun shines..
you say that you love the wind,
but you close your windows when wind blows..
this is why i am afraid;
you say that you love me too.."
işte bu kadar basit günümüz “aşk”ının anlamı, bu kadar yerlerde..serkan uçar’ın ‘ustam’ isimli şiirinde bu konuyla ilgili mükemmel bir yer var, hemen paylaşayım, hatam varsa düzeltin lütfen:
“ustam!
ne zaman o senin bildiğin zaman,
ne sevda gördüğün masallardaki.
eskiden,
halı tezgahında dokunurdu aşklar,
nakış nakış, körpe kız ellerinde.
mendillere yazılırdı isimler,
yüreklere kazılırdı gizlice.
sevdalılar asil ve de yürekli,
sevdalar, kavgalar iki kişilik.
oysa şimdi;
çorak gönüllere ekiliyor sevdalar seher vakitlerinde.
meşru sevdalardan,
gayrı meşru acılar doğuyor kundaklara,
günahkar gecelerden.”
yani siz siz olun, korkaklığa devam edin..sevdiğinize sevginizi anlatmaktan çekinin, söylemeyin..sonra onlar ölsünler, arkalarından mektuplar yazarsınız benim gibi belki, hiç postalayamayacağınızı bile bile..ölmezlerse de bir blog bir de twitter alırsınız, bir güzel giydirirsiniz, kendi mallıklarınızı anlatırsınız, ‘aşk bu muydu’ diye sorarsınız; sonra ‘aşk yalan be abi’ der, noktayı koyarsınız..zaten siz bunca serzeniş yaptığınızda illaki peşinize onlarca abaza kız-erkek takılır..sonra onlardan sırayla seçmeye başlarsınız, hepsine ‘aşkım’ dersiniz..sırayla biri birini kovalar, sonra da şu dünyada hiçbir iz bırakmadan, yarım kalmış tablo muhabbetini yapa yapa, o aptal gururunuzun esiri olarak silinir gidersiniz..ne kadar basit şeymiş aşk, oh ne rahat ya..
kısacası refik; eğer “aşk” dedikleri şey buysa, bırak onlar avunsun dursun..sen asla onların basit betimlemelerine, sanki acı nedir biliyormuş ya da bir acı yaşamış sanıp çokbilmişçe ortaya attıkları ergence laflara inanma..cesur ol, sevgini belirt..yoksa gün gelir kıymetini bilmediğin elden uçar gider..ve gurur yapma refik, eğer mutlu olmayı istiyorsan, gururunu ayaklar altına almayı öğren..gururu yüzünden yanlızlığa mahkum onlarca ergenden dersini al, onların düştüğü hataya düşme..’sevda’na sahip çık; karşındaki haketse de, etmese de.
p.s: kız milleti abazalıktan prim yapmaya, ego tadmin etmeye devam ettikçe kızlar da erkekler de adam olamaz..bu dediğim durumdan nasiplenip sonra bana “nerede adam gibi adam” serzenişiyle geleni döverim.
p.s2: birsonraki yazımda neden bahsedeceğimi bilmiyorum, birsonraki yazımın olup olmayacağını da bilmiyorum..yarın intihar etmeyeceğimin de garantisini veremem..ama olur da ben de olağanın dışında bir durumda kara toprağın altına girersem; cüzdanımda küçük bir kağıt var, orada ne yapmanız gerektiği yazıyor, vasiyetimdir.
yine son zamanlarda nereye kafamı çevirsem bir ‘aşk yalan’ serzenişi yapan ergen..şöyle ki: herkes öyle ya da böyle bir şekilde biriyle çıkıyor, ayrılıyor, sonra da yüzüne söylemekten korktuğu şeyleri arkasından söylemek için blog açıyor, twitter accountu alıyor, facebook’unda ve bilimum sosyal ağlarda; başta özdemir asaf, can yücel, küçük iskender ve bilimum ergenimsi mantaliteye hitap eden yazarların sözleri olmak üzere aşkı anlatan, kendi dertlerini ifade ettiklerini düşündüğü şeyleri paylaşıyorlar..her ne kadar da başkalarının sözü olsa da, anlatılmak istenen şeyler sabit: ”herşey acıtıyor, bağlanmak kötü, sevmek bok, memlekette düzgün erkek nerde, tüm kızlar kaltak olmuş” vs..
ergenlerimiz; ilk ayrılık evresi atlatıldıktan sonra sosyal medya araçlarında şöyle güzel, kızların dikkatini çekecek, eski sevgilisine(eğer ulaşabiliyorsa) ufaktan laf sokucu paylaşımlar yapmaya başlıyor..genelde yolu alan ergende bu aktivite fazlalaşır, ama yolu veren de ‘haha ben özgürüm, her boku yer, türlü kevaşelikler yaparım’ modunda da bu işe girişebilir, idolü olarak gördüğü ‘pucca’ saçmalığını kendiyle özdeşleştirerek çalışmalarını onunla aynı olacak derecede başlatabilir..sonra asıl can alıcı kısıma; kendisini artık bir can yücel, bir özdemir asaf olarak gördüğü moda geliyor: “aşk” kelimesi ile başlayan, kendi sözcükleri ile devam eden paylaşımlara..sosyal medyada özellikle blogculuk ve twitter bu konuda dışarıya daha iyi açılım fırsatı verdiğinden dolayı, kızlı erkekli binlerce ergen, derdini başkalarına iletmeye, dikkatlerini çekmeye çalışıyor..fakat biri gelip sorsa “lan aşk nedir” diye, cevaplayamayacak, ama kendisi tek acıyla işin üstadı hissettiğinden dolayı, her paylaşımının arkasında gururla durucak, birazcık beğeni ve ilgi gördümü ‘hobaaa’ diye tempra 1.6d moduna bürünecektir..
peki ya nedir “aşk”?
çoğu insan bilmez ama, orta sonda iken ilk aşkımın bir trafik kazasında ölmesi ve o minik yüreğiyle günlüğünde sayfalarca beni anlatması; ailesinin de ölümünün ardından onun günlüğü ile en sevdiği kolyesini bana vermesi üzerine, onun mezarında okumak üzere bir mektup yazmıştım..zamanı gelince o mektubu buradan da paylaşıcam, ama şimdilik bu yazıda paylaşıp o masum duygularımı; herkesin diline sakız olmuş kevaşe bir kelime ile, yani “aşk” ile kirletmeyi şimdilik düşünmüyorum..okuyan birkaç arkadaşım vardır, fena da değildir hani..ondandır ki ona yazdığım tek mektubun sonunda yer alan cümleyi, düzenli olarak hala sağa sola yazarım: “hiçkimse sandığım kadar masum kalmadı”..çünkü 'aşk', artık asla masum kalamayacak lanetlenmiş bir kelime haline geldi.
peki aşk bu muydu? bir minik yüreğin diğerine açılma fırsatı olmadan kara toprağın altına girip; diğerinin de umutlarını, hislerini, hayallerini beraberinde götürmesi, bir arkadaşımın tabiriyle ‘yarım kalmış bir tablo’ şeklinde seni bırakması mıydı? yoksa o’nu aldığı için kadere duyduğun öfke miydi aşk? o’nu değil görmek, sesini bir daha duyamayacağını bilememek miydi? senin canını bin kat daha acıtacağını bildiğin halde, onun küçücük mezarı başında ağlamak, isyan etmek, onun acısını bir daha tazelemek, bu acıya bağımlı hale gelmek miydi? herkesi ona benzetip, kimseyi onun yerine koyamamak mıydı? her uyuduğunda rüyanda onu görme umuduyla uyumak mı, her sabah yataktan lanet ederek uyanmak mıydı? her hoşlandığın kızı ona ihanet olarak algılamak mıydı? yoksa her kızın ellerini gördüğünde aklına onun yumuk yumuk, belki kendine binlerce defa lanet ettmene sebep olan, senin yüzünden kapıya sıkışan ellerinin gelmesi miydi? her hatırına gelişinde ‘keşke şu anı daha dolu yaşasaydım’ dediğin, o yüzüne gülümserken kıymetini bilemeyip başka yöne baktığın için kendini katletmen, başını duvarlara vurman miydi?
hayır..eğer o ergenlerin diline sakız olmuş, birbirlerine bok atma nedeni olarak gördükleri duygu ‘aşk’ ise, bu aşk değildi..bu kadar aşağılık, bu kadar dillere düşmüş, bu kadar kirletilmiş, bu kadar ırzına geçilmiş bir kelime olamazdı o temiz duyguları ifade eden..her aklına gelişinde, karnının sol alt tarafındaki o saf burukluk, yutkunmak isteyip de yutkunamama, gözlerin bir anda doluşu ve kendini ne kadar zorlasan da döktüğün o birkaç damla, belki de vücudundan çıkan; o güne kadarki en saf, temiz ve katıksız eserinin oluşmasına sebep olan o duygu, böylesine basit bir kelime ile ifade edilmezdi, edilemezdi..işte bu sevdaydı, bağlılıktı, sadakatti, sevgiydi..ama aşk değildi.
gelelim günümüz gençlerinin ‘aşk’ anlayışlarına..shakespeare’nin "beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup "aşk'' sanıyorsunuz!" sözü bu noktada tamamen doğru..günümüz erkek mantalitesine göre aşk, az da olsa değer verdiğin, kendini sana teslim eden ya da etmiş gibi davranan, çoğunlukla sevişme sonucu bir bağ kurduğun kişinin yokluğu sırasında hissettiğin duygudur..çünkü günümüz erkek milleti sevişerek aşık olur, bedene aşık olur; mantaliteye veya ruha değil..bu kadar basit işte, bu kadar ödlekçe, bu kadar hayvanlardan aşağı seviyede..
günümüz kızına söyleyebileceğim şeyler daha fazla; çünkü kız milleti bu konuda biraz daha kompleks ve seviyeli (en azından erkeklere göre)..basitçe söylemek gerekirse kız milleti, kendi egosunu altedebilen erkeğe aşık oluyor..bu durumu biraz açıklayalım:
şimdi her kız bir nebze kendini dünyanın merkezi kabul ettiği için, sevgililerinin kendi dairesi içine girip; 'benim dairem, benim kurallarım' modunda takılmalarını istiyor, seni ufak ufak değiştirmeye, kendi kalıbına sokmaya çalışıyor..burada da kendinden ödün vermeyen, istediğini alamadığı veya umduğunu bulamadığı erkeği zaman zaman kendisi dairesi dışına atıyor, bir şekilde yol veriyor..zaman zaman da erkek postayı koyarak daire sahibinin yıllarca unutamayacağı bir sahne ile gidiyor..zaten özdemir asaf'ın "insanlar gelmeleriyle yalnızlıklarını dağıtanları severler, gitmeleriyle kendilerini yalnız bırakanlara aşık olurlar" sözünün temeli buna dayanır..eğer sen karşındaki kızın egosunu ezip, onu terkedebilecek kadar cesursan ya da kararlıysan, o kız sana hayli hayli aşık olur..kız milleti orda seni arzulamaz; senin peşinden koşup seni elde etme durumunu arzular, tasavvufta bülbülün aslında gülü arzulamadığı, onun peşinde koşarken çektiği çilenin bağımlısı olduğu gibi..ondandır ki hiçbir kız elindekine aşık olmaz, hep bir fazlasını, bir fazlasını ister..
zaten mizacı gereği kız milletinin hayat tarzı, daima bir 'arayış'tır..çoğu zaman neyi aradığını bilemez, ama aramaya devam eder..ondandır ki, sürekli ‘ne istediğini bilememe’ sorunsalı ortaya çıkar..sen onun eline arayacak birşey, çözülecek bir puzzle verdiğin zaman ona odaklanır, diğerlerini görmez olur..sen ondan hoşlanmaya başladığını söylediğin ya da belirttiğin ve biraz diğer erkeklerden ilgisiz davrandığın anda ‘inception’ tarzı bir etkileşimle onun ‘arayış’ının bir parçası oluverirsin..eğer elde etip de yerden yere vurursan, ya da terkedersen, acıya dahi bağımlı hale gelen kız bünyesi seni bir şekilde olsun ister, arzular..bundandır ki iyi erkekler hiçbir zaman kazanamaz; çünkü iyi erkekler ‘elde var 1’ dir ve kız milleti elde ettiği şeye aşık olmaz, olamaz..bundandır ki bi boka yaramaz, bi baltaya sap olmaz, kendisine bir çöp gibi davranan erkek arkadaşına kendini kaptırıp yakın arkadaşlarını, hatta ailesini feda eden zihniyet de, kendine bahşedilen bu yaşam biçiminin; yani 'arayış'ın kurbanıdır..buradan da şu çıkabilir: kız milleti; egosunu altedebilen, sona buna alıştığı anda onu bırakıp giden kişinin bıraktığı acıya aşık olur, onu yaşamak ister..bir nevi mazoşistliktir kız milletinin ‘aşk’ diye tabir ettiği süreç..kendileri aşık oldukları şeyi ‘kişi’ sansalar da, onların arzu ettiği şey aslında bağlandığı o acı çekme duygusudur..bundandır ki çoğu kız, mutlaka bir ‘ulaşılmaz’a aşık olduğunu sanır..’arayış’ının kendisini, ütopyasının peşinden koşarken çekeceği acıya bağımlı hale getireceğini anlamaz, anlayamaz..
bu mantaliteyi anlamak için shakespeare'nin şu satırlarını da paylaşmadan edemeyeceğim:
"you say that you love rain,
but you open your umbrella when it rains..
you say that you love the sun,
but you find a shadow spot when the sun shines..
you say that you love the wind,
but you close your windows when wind blows..
this is why i am afraid;
you say that you love me too.."
işte bu kadar basit günümüz “aşk”ının anlamı, bu kadar yerlerde..serkan uçar’ın ‘ustam’ isimli şiirinde bu konuyla ilgili mükemmel bir yer var, hemen paylaşayım, hatam varsa düzeltin lütfen:
“ustam!
ne zaman o senin bildiğin zaman,
ne sevda gördüğün masallardaki.
eskiden,
halı tezgahında dokunurdu aşklar,
nakış nakış, körpe kız ellerinde.
mendillere yazılırdı isimler,
yüreklere kazılırdı gizlice.
sevdalılar asil ve de yürekli,
sevdalar, kavgalar iki kişilik.
oysa şimdi;
çorak gönüllere ekiliyor sevdalar seher vakitlerinde.
meşru sevdalardan,
gayrı meşru acılar doğuyor kundaklara,
günahkar gecelerden.”
yani siz siz olun, korkaklığa devam edin..sevdiğinize sevginizi anlatmaktan çekinin, söylemeyin..sonra onlar ölsünler, arkalarından mektuplar yazarsınız benim gibi belki, hiç postalayamayacağınızı bile bile..ölmezlerse de bir blog bir de twitter alırsınız, bir güzel giydirirsiniz, kendi mallıklarınızı anlatırsınız, ‘aşk bu muydu’ diye sorarsınız; sonra ‘aşk yalan be abi’ der, noktayı koyarsınız..zaten siz bunca serzeniş yaptığınızda illaki peşinize onlarca abaza kız-erkek takılır..sonra onlardan sırayla seçmeye başlarsınız, hepsine ‘aşkım’ dersiniz..sırayla biri birini kovalar, sonra da şu dünyada hiçbir iz bırakmadan, yarım kalmış tablo muhabbetini yapa yapa, o aptal gururunuzun esiri olarak silinir gidersiniz..ne kadar basit şeymiş aşk, oh ne rahat ya..
kısacası refik; eğer “aşk” dedikleri şey buysa, bırak onlar avunsun dursun..sen asla onların basit betimlemelerine, sanki acı nedir biliyormuş ya da bir acı yaşamış sanıp çokbilmişçe ortaya attıkları ergence laflara inanma..cesur ol, sevgini belirt..yoksa gün gelir kıymetini bilmediğin elden uçar gider..ve gurur yapma refik, eğer mutlu olmayı istiyorsan, gururunu ayaklar altına almayı öğren..gururu yüzünden yanlızlığa mahkum onlarca ergenden dersini al, onların düştüğü hataya düşme..’sevda’na sahip çık; karşındaki haketse de, etmese de.
p.s: kız milleti abazalıktan prim yapmaya, ego tadmin etmeye devam ettikçe kızlar da erkekler de adam olamaz..bu dediğim durumdan nasiplenip sonra bana “nerede adam gibi adam” serzenişiyle geleni döverim.
p.s2: birsonraki yazımda neden bahsedeceğimi bilmiyorum, birsonraki yazımın olup olmayacağını da bilmiyorum..yarın intihar etmeyeceğimin de garantisini veremem..ama olur da ben de olağanın dışında bir durumda kara toprağın altına girersem; cüzdanımda küçük bir kağıt var, orada ne yapmanız gerektiği yazıyor, vasiyetimdir.
7 Haziran 2011 Salı
EGO 105 – Türk Kızının Gereksiz Durumları Gereğinden Fazla Düşünme Sendromu
son zamanlarda bayan arkadaşlarımdan sıkça duyduğum bir serzeniş var: “biz bu erkekleri anlayamıyoruz, napıcaz” şeklinde..olaylar çeşitli ama sorun ortak: türk kızı kafası gayet bariz olan olaylarda birazcık karıştığı anda ne yapacağını bilemiyor, olayları düşünce yoluyla gereğinden fazla abartıp olur olmaz noktalara çekerek kendine, çevresine, arkadaşlarına rahatsızlık hatta zarar vermeye başlıyor, hemen bir örnekle açıklayalım:
kızla adam tanışıyorlar, kızın elemana sevgililik bazında şans vermesi; erkeğin, kızın aradığı tipe uymamasından dolayı pek ihtimal dahilinde değil, ancak arkadaş oluyolar..bundan sonrasını bir bayan arkadaşımızın kaleminden dinleyelim, sonra kendi çerçevemizden devam ederiz:
“Şimdi önce denek kızı alıyorsunuz, tanışıyorsunuz. Abazanlaşmadan çok güzel arkadaşı oluyorsunuz. Bu arada bakımlı, bilgili ve kültürlü bir erkeksiniz. Ha en önemlisi eğlencelisiniz abi, kız sizinleyken derdinden tasasından kurtuluyor, güldürüyorsunuz. Tabi bunlar dışında her kızın istediği tip bir erkek vardır. Tip derken karakter olarak yani. Bazısı babası gibi ister, bazısı çok kıskanç, bazısı çok serbest bıraksın ister. Neyse kızın ne tip bir erkek istediğini öğrenip o moda giriyorsunuz. Bu sayede kız sizi arkadaşı olarak görüyor ama bir yandan da 'tam istediğim erkek' gibi düşünmeden edemiyor. Eh zaten hoşlanmaya kendisi farketmese de başlamış oluyor.
Bundan sonraki adım sabır. Sabırlı olup bu arkadaşlığı aylarca sürdürmeniz gerekiyor ki kız size alışsın. Tabi bu sırada kıskanıyorsunuz arada onu, kızıyorsunuz falan. Kızın kafası karışıyor 'Lan acaba benden mi hoşlanıyor?' dediği aralar bu sefer de okulda gördüğünüz hoşlandığınız bir kızdan konu açıp o kıza methiyeler düzüyorsunuz. Bu sayede kız 'Yok canım hoşlandığı bir var.' diyor ve durum çözülüyor. Neyse gel zaman git zaman, kız size iyice alıştıktan sonra vurucu hamleyi yapmanız lazım. Yani kıza da bağlı tabi, sevgilisi varsa falan arayı soğutun zaten de baktınız kız inatla kimseyle çıkmıyor etrafında bir çok erkek olmasına rağmen, hah gönlünü size kaptırmış olabilir.
O dakikadan sonra kıza aşkınızı açıklayacaksınız. Kız kabul ederse birkaç gün ona 'seni seviyorum' lar ne bileyim 'aşkım' lar falan yapacaksınız. Kız bunlara da alışacak. Sonra bir gün durup dururken pek konuşmamaya, elini tutmamaya, arayıp sormamaya hatta hatta telefonlarına cevap vermemeye başlayacaksınız. Kız var ya deliye dönüyor bu esnada. Düşünmeden duramıyor 'Ne oldu da böyle oldu?' falan diye. Eğer çok alıştıysa, sevdiyse ağlamaktan gözleri şişiyor.”
bu olay ve türevi birçok bayan arkadaşımın başına gelmiştir..yani her kızın hayatında durup da ‘lan acaba benden mi hoşlanıyor’ dediği birçok erkek olmuştur..şimdi de hikayeyi erkek gözüyle analiz edelim:
elemanımız, artık bir manita bulmanın vaktinin geldiğini düşünerek piyasaya açılıyor, bir şekilde onlarca kızla tanışıyor..sonra bu adam işsiz modunda, hepsiyle teker teker msn, facebook, twitter gibi platformlardan yazışıyor, kendi kafasında eleme, ve dişine göresini bulma eyilimine gidiyor..bu sıralarda bakıyor ki cidden her dediğine gülen, her derdine yetişecek, muhabbeti güzel, kanka modunda takılacak bir kız var, onunla diğerlerinden çok konuşuyor, ama kanka modunda(burası önemli!)..
sonra ilkokulda keşfettiği, kızların saçını çekip kızdırmayla başlayan ve günümüze süregelen odunluk genin vermiş olduğu yetkiye dayanarak biraz sinir etmeye başlıyor karşısındakini..hafif karışmalar, ‘onu yapma, buralara gitme’ ler vs..sonra kız kendini adama anlatmaya başladıkça, hoşlandığı adam modeli vs, zaten arayış içinde olan adam da belki ‘diğer kızları da bu modda tavlayabilirim’ diyerek o moda bürünüyor..kızın kendinden hoşlanmaya başladığından bihaber, ona bulduğu diğer hatunları anlatıyor..’bu böyle, bunun şurası güzel, bu böyle iyi’ şeklinde..farkında olmadan da karşısındaki kızın egosunu aşağılıyor; çünkü karşısındaki kız zamanla ‘lan bu malak bana bakmıyor, e bende diğerlerinde olmayan ne var’ şeklinde düşünerek adamla daha çok ilgilenmeye başlıyor..ya da elemanımız kıza başka bir arkadaşını ayarlamaya çalışıyor, kısacası kızın egosunu kırıcak pek az karakter modundan ‘umursamaz’ moduna giriyor kendini farkında olmadan..sonra adamın ‘güvenli liman’ı yani ‘elde var 1’ i oluyor, farkında olmadan..
sonra adam aylarca diğer kızlarla şansını bir güzel deniyor, beceremiyor, umduğunu bulamıyor, vs. ama her seferinde dönüp dolaşıp güvenli limanına sığınıyor..kız, sadece ama sadece erkeğin, o anda doldurumlası gereken boşluğunu doldurmaktan başka bir işe yaramadığını anlayamıyor; ‘lan bu yoksa benden mi hoşlanıyor’ düşüncelerini çoğaltıyor, onu elde etmeye yönelik hamlelerini yapıyor..çünkü kız, zaten bugüne kadar her istediği erkeği az çok elde etmiş, kendisine ilk etapta manita gözüyle bakmayıp da salaş takılan bu adamın iç yüzünü merak ediyor, iyiden iyiye deliriyor..
en sonunda eleman seçeneği tükenince, ‘battı balık yan gider’ mantalitesiyle şansını kankasından yana denemeye çalışıyor, ve farkında olmadan kullandığı ‘kafa karışıklığı’ ve ‘umursamazlık’ taktiği ile kankasını elde ediyor..kız bile şok halinde, ‘lan ben böyle bi adamla nasıl çıkıyorum’ diyor, ama olan oldu, kafa karışıklığı taktiğinin son kurbanı olduğundan habersiz yoluna devam ediyor.
gelelim dersimize:
türk kızındaki ego, adamın şu durumunu analiz etmekten yoksun: adam arayışta, her msn’i veya feysbuku açışta orada kombineli, manitasız, her an belki herşeyi yazabileceği ‘kanka’sı hazır ve nazır şekilde onu bekliyor..ilk bilgiayarını açtığında diğerlerine iş atıyor, bakıyor ki olmuyor; kankasına yöneliyor..ona çeşitli odunluklar yapıyor, aklında diğer kızların buna pas vermemesinin hıncını ondan çıkarıyor..ama farkında değil ki odunlaşma yönüyle bile yaptığı bu hamleler kızımızın gözünde + puan olarak hanesine yazılıyor..kız da elemanın bu dengesiz halini ‘kesin benden hoşanıyor’ düşüncesine tuz-biber yapıyor, arkadaşlarına sürekli onu anlatıp durumu analiz etmeye çalışıyor, çıkmaza düşüyor, çıkmaza düştükçe egosundan dolayı sinir oluyor, sinir oldukça o elemanı daha da istemeye başlıyor..çünkü egosunu rahatlatmanın tek yolunun o elemanı alt etmek olduğunu gayet iyi bir şekilde biliyor..
bu olaya bir özet getirecek olursak: kız milleti, kendi egosunu ezebilen erkeğe aşık olur(bunu da oturup düşündüm)..zaten aldatılan kızın çoğunlukla aldatana aşık olmasındaki temel faktör de ego ezilmişliğine bağımlılıktır..
ve şekil 1-a daki kardeşimiz de %95 farkında olmadan kafa karıştırma taktiği ve umursamaz erkek modeline bürünerek karşısındaki kızın egosunu eziyor, umursamıyor, farkında olmadan diğer kızlarla kıyaslıyor ve diğerlerinden aşağıda bir yere koyuyor ve kendisine bir manita kazanıyor..peki ama amacı bu değilken adama neden piyango vuruyor? çünkü türk kızı-kadını gereğinden fazla düşüyor abi.
erkek okurlar gayet iyi bilirler, kız milletinin her olayı bi ‘yanlış anlama’ durumu vardır, ve olmaya devam edicektir..yani sen masumane bir şekilde, kız arkadaşına hediye almak için bir arkadaşınla gizlice mesajlaşırken o; senin onu aldattığını düşünerek ipini çekecek, belki hediyeni vermeye fırsat vermeden senden ayrılacaktır..1 gün senden haber almayınca öldü’den, yeni birisini bulduğuna kadar türlü modlara girecek; biraz sabredip olayların gidişatını görmeden, anlamadan, dinlemeden hükümü verecektir..hani “arka sokaklar” dizisinde bu hüsnü çoban’ın karısı var, aslında her kız biraz da olsa o kadına benzer..bu benzerliğin sebebi ve gelecek yazımızın konusu ise ‘kız milletinin, dünyayı kendi etrafında dönüyo sanışı’dır, belki de onlarca daha yazsımıza konu olacak olan ego’dur.
p.s: bu ve buna benzer, konumuzla ilgili en az 20 örnek verebilirim, şu dakika, ama yazının iyice uzadığının farkındayım, şimdilik 1 tanesi yeterli.
p.s2: bu kızları biz şımarttık ya, yeminle bak.
kızla adam tanışıyorlar, kızın elemana sevgililik bazında şans vermesi; erkeğin, kızın aradığı tipe uymamasından dolayı pek ihtimal dahilinde değil, ancak arkadaş oluyolar..bundan sonrasını bir bayan arkadaşımızın kaleminden dinleyelim, sonra kendi çerçevemizden devam ederiz:
“Şimdi önce denek kızı alıyorsunuz, tanışıyorsunuz. Abazanlaşmadan çok güzel arkadaşı oluyorsunuz. Bu arada bakımlı, bilgili ve kültürlü bir erkeksiniz. Ha en önemlisi eğlencelisiniz abi, kız sizinleyken derdinden tasasından kurtuluyor, güldürüyorsunuz. Tabi bunlar dışında her kızın istediği tip bir erkek vardır. Tip derken karakter olarak yani. Bazısı babası gibi ister, bazısı çok kıskanç, bazısı çok serbest bıraksın ister. Neyse kızın ne tip bir erkek istediğini öğrenip o moda giriyorsunuz. Bu sayede kız sizi arkadaşı olarak görüyor ama bir yandan da 'tam istediğim erkek' gibi düşünmeden edemiyor. Eh zaten hoşlanmaya kendisi farketmese de başlamış oluyor.
Bundan sonraki adım sabır. Sabırlı olup bu arkadaşlığı aylarca sürdürmeniz gerekiyor ki kız size alışsın. Tabi bu sırada kıskanıyorsunuz arada onu, kızıyorsunuz falan. Kızın kafası karışıyor 'Lan acaba benden mi hoşlanıyor?' dediği aralar bu sefer de okulda gördüğünüz hoşlandığınız bir kızdan konu açıp o kıza methiyeler düzüyorsunuz. Bu sayede kız 'Yok canım hoşlandığı bir var.' diyor ve durum çözülüyor. Neyse gel zaman git zaman, kız size iyice alıştıktan sonra vurucu hamleyi yapmanız lazım. Yani kıza da bağlı tabi, sevgilisi varsa falan arayı soğutun zaten de baktınız kız inatla kimseyle çıkmıyor etrafında bir çok erkek olmasına rağmen, hah gönlünü size kaptırmış olabilir.
O dakikadan sonra kıza aşkınızı açıklayacaksınız. Kız kabul ederse birkaç gün ona 'seni seviyorum' lar ne bileyim 'aşkım' lar falan yapacaksınız. Kız bunlara da alışacak. Sonra bir gün durup dururken pek konuşmamaya, elini tutmamaya, arayıp sormamaya hatta hatta telefonlarına cevap vermemeye başlayacaksınız. Kız var ya deliye dönüyor bu esnada. Düşünmeden duramıyor 'Ne oldu da böyle oldu?' falan diye. Eğer çok alıştıysa, sevdiyse ağlamaktan gözleri şişiyor.”
bu olay ve türevi birçok bayan arkadaşımın başına gelmiştir..yani her kızın hayatında durup da ‘lan acaba benden mi hoşlanıyor’ dediği birçok erkek olmuştur..şimdi de hikayeyi erkek gözüyle analiz edelim:
elemanımız, artık bir manita bulmanın vaktinin geldiğini düşünerek piyasaya açılıyor, bir şekilde onlarca kızla tanışıyor..sonra bu adam işsiz modunda, hepsiyle teker teker msn, facebook, twitter gibi platformlardan yazışıyor, kendi kafasında eleme, ve dişine göresini bulma eyilimine gidiyor..bu sıralarda bakıyor ki cidden her dediğine gülen, her derdine yetişecek, muhabbeti güzel, kanka modunda takılacak bir kız var, onunla diğerlerinden çok konuşuyor, ama kanka modunda(burası önemli!)..
sonra ilkokulda keşfettiği, kızların saçını çekip kızdırmayla başlayan ve günümüze süregelen odunluk genin vermiş olduğu yetkiye dayanarak biraz sinir etmeye başlıyor karşısındakini..hafif karışmalar, ‘onu yapma, buralara gitme’ ler vs..sonra kız kendini adama anlatmaya başladıkça, hoşlandığı adam modeli vs, zaten arayış içinde olan adam da belki ‘diğer kızları da bu modda tavlayabilirim’ diyerek o moda bürünüyor..kızın kendinden hoşlanmaya başladığından bihaber, ona bulduğu diğer hatunları anlatıyor..’bu böyle, bunun şurası güzel, bu böyle iyi’ şeklinde..farkında olmadan da karşısındaki kızın egosunu aşağılıyor; çünkü karşısındaki kız zamanla ‘lan bu malak bana bakmıyor, e bende diğerlerinde olmayan ne var’ şeklinde düşünerek adamla daha çok ilgilenmeye başlıyor..ya da elemanımız kıza başka bir arkadaşını ayarlamaya çalışıyor, kısacası kızın egosunu kırıcak pek az karakter modundan ‘umursamaz’ moduna giriyor kendini farkında olmadan..sonra adamın ‘güvenli liman’ı yani ‘elde var 1’ i oluyor, farkında olmadan..
sonra adam aylarca diğer kızlarla şansını bir güzel deniyor, beceremiyor, umduğunu bulamıyor, vs. ama her seferinde dönüp dolaşıp güvenli limanına sığınıyor..kız, sadece ama sadece erkeğin, o anda doldurumlası gereken boşluğunu doldurmaktan başka bir işe yaramadığını anlayamıyor; ‘lan bu yoksa benden mi hoşlanıyor’ düşüncelerini çoğaltıyor, onu elde etmeye yönelik hamlelerini yapıyor..çünkü kız, zaten bugüne kadar her istediği erkeği az çok elde etmiş, kendisine ilk etapta manita gözüyle bakmayıp da salaş takılan bu adamın iç yüzünü merak ediyor, iyiden iyiye deliriyor..
en sonunda eleman seçeneği tükenince, ‘battı balık yan gider’ mantalitesiyle şansını kankasından yana denemeye çalışıyor, ve farkında olmadan kullandığı ‘kafa karışıklığı’ ve ‘umursamazlık’ taktiği ile kankasını elde ediyor..kız bile şok halinde, ‘lan ben böyle bi adamla nasıl çıkıyorum’ diyor, ama olan oldu, kafa karışıklığı taktiğinin son kurbanı olduğundan habersiz yoluna devam ediyor.
gelelim dersimize:
türk kızındaki ego, adamın şu durumunu analiz etmekten yoksun: adam arayışta, her msn’i veya feysbuku açışta orada kombineli, manitasız, her an belki herşeyi yazabileceği ‘kanka’sı hazır ve nazır şekilde onu bekliyor..ilk bilgiayarını açtığında diğerlerine iş atıyor, bakıyor ki olmuyor; kankasına yöneliyor..ona çeşitli odunluklar yapıyor, aklında diğer kızların buna pas vermemesinin hıncını ondan çıkarıyor..ama farkında değil ki odunlaşma yönüyle bile yaptığı bu hamleler kızımızın gözünde + puan olarak hanesine yazılıyor..kız da elemanın bu dengesiz halini ‘kesin benden hoşanıyor’ düşüncesine tuz-biber yapıyor, arkadaşlarına sürekli onu anlatıp durumu analiz etmeye çalışıyor, çıkmaza düşüyor, çıkmaza düştükçe egosundan dolayı sinir oluyor, sinir oldukça o elemanı daha da istemeye başlıyor..çünkü egosunu rahatlatmanın tek yolunun o elemanı alt etmek olduğunu gayet iyi bir şekilde biliyor..
bu olaya bir özet getirecek olursak: kız milleti, kendi egosunu ezebilen erkeğe aşık olur(bunu da oturup düşündüm)..zaten aldatılan kızın çoğunlukla aldatana aşık olmasındaki temel faktör de ego ezilmişliğine bağımlılıktır..
ve şekil 1-a daki kardeşimiz de %95 farkında olmadan kafa karıştırma taktiği ve umursamaz erkek modeline bürünerek karşısındaki kızın egosunu eziyor, umursamıyor, farkında olmadan diğer kızlarla kıyaslıyor ve diğerlerinden aşağıda bir yere koyuyor ve kendisine bir manita kazanıyor..peki ama amacı bu değilken adama neden piyango vuruyor? çünkü türk kızı-kadını gereğinden fazla düşüyor abi.
erkek okurlar gayet iyi bilirler, kız milletinin her olayı bi ‘yanlış anlama’ durumu vardır, ve olmaya devam edicektir..yani sen masumane bir şekilde, kız arkadaşına hediye almak için bir arkadaşınla gizlice mesajlaşırken o; senin onu aldattığını düşünerek ipini çekecek, belki hediyeni vermeye fırsat vermeden senden ayrılacaktır..1 gün senden haber almayınca öldü’den, yeni birisini bulduğuna kadar türlü modlara girecek; biraz sabredip olayların gidişatını görmeden, anlamadan, dinlemeden hükümü verecektir..hani “arka sokaklar” dizisinde bu hüsnü çoban’ın karısı var, aslında her kız biraz da olsa o kadına benzer..bu benzerliğin sebebi ve gelecek yazımızın konusu ise ‘kız milletinin, dünyayı kendi etrafında dönüyo sanışı’dır, belki de onlarca daha yazsımıza konu olacak olan ego’dur.
p.s: bu ve buna benzer, konumuzla ilgili en az 20 örnek verebilirim, şu dakika, ama yazının iyice uzadığının farkındayım, şimdilik 1 tanesi yeterli.
p.s2: bu kızları biz şımarttık ya, yeminle bak.
16 Mayıs 2011 Pazartesi
EGO 104 - Kaybetmek Üzerine
son zamanların popüler filmi olan ‘Kaybedenler Kulübü’nü izleyebildim sonunda..film konusu ve akışı itibariyle güzel, kendini emsallerinden bu derece ayırışındaki temel faktör ise daha önce belki çoğu filmde ele alınmayan, yazılmaktan korkulan bir konuya değinmesi: ‘kaybetmek’.
beni az buçuk tanıyanlar bilir: hani her izlediği filmde kendini bulan, ‘ama bu aynı ben kiiii’ şeklinde takılan ergenimsi zihniyete kıl olurum..elbette benim de ana kararkterleri mantalite bakımından kendime benzettiğim filmler yok mu? elbette var..zaten film olayının amacı bu, sizin orada kendinizden bir parça bulmanızı sağlamak.
herneyse gelelim Kaybedenler Kulübü’ne: genel manada ‘film’ kavramını en abes şekilde tanımlayacak olursak: ‘yapmacık karakterlerin, insan hayatını yapmacık bir senaryoyla, gerçeğe en yakın şekilde işleyip, bizim de içinde kendimizi bulmamızı hedefleyen olaylar topluluğunun birleştirilmiş hali’ diyebiliriz (tanım çalma değil, yeminle oturup düşündüm)..yani film dediğimiz olay hepimizin de bildiği gibi başlıbaşına sahte; ama komedi, ayırılık, aksiyon, drama gibi hayatın içindeki temellere dayandırılıp bizi etkisinde bırakmayı, içimizdeki bam teline dokunmayı hedefliyor..
şimdi gelelim asıl konumuza: şu güne kadar izlediğiniz tüm filmleri şöyle bir gözünüzün önüne getirin..ekşın filmlerinde ana karakter/karakterler vardır, mücadele ederler, zorluklarla karşılarşırlar, bir ara kaybedecek gibi olurlar, ‘amanııın’ dediğiniz anda kendini ‘ana karakter’ ya da ‘kahraman’ yapan vasıflarla işin içinden sıyrılır veee “kazanır”..romantik komedide de ana karakter vardır; önünde birsürü abuksabuk ara karakterler çıkar ama pek önemsenilmeyez..sonra bizim ana kadarkter doğru kızla tanışır, tam oldubitti denceği sırada bir problem olur, ayrışırlar, üzülürler..çoğu zaman bu inanılmaz derecede boktan bir sebepten dolayı olur ve filmin bu en canalıcı kısmında kızlar zırlamaya, erkekler de teselli manasında yanaşmaya başlarlar..ama filmin sonunda mucize gerçekleşir, karakterler birbirini bulur, ve yine insanlar ‘ka-za-nır’..sonunda ana karakterlerin öldüğü ya da hapise girdiği, yani basit manada ‘kaybettirildiği’ filmler de vardır zilyon tane; ama orada da fikir, amaç ya da onur kazanır..yani kay-be-den olmaz.
mesela breaveheart’da abimin kellesi vuruldu ama kaybetmedikendisi, özgürlük inancı, onur kazandı..hiçbirimiz onun ardından oturup ağlamadık; ağlayanlar da,mücadelesine olan bağlılığı ve inandığı değerler uğruna canını ortaya koyan ana karakterin onuruna ağladılar..sonuçta inanç kazandı, özgürlük kazandı..isim aklıma gelmiyor ama birbirini deliler gibi seven bir çift vardı bir filmde; kadın öldü, adam peşinden zırlayarak onun hayalini canlandırdı, başkasına sulanmadı ve o da öldü..bu filmde adam da kadın da kaybediyo gibi gösterildi bize, ama aşk kazandı, bağlılık kazandı.
uzun lafın kısası piyasadaki filmlerin, kitapların, hikayelerin %99u bize eninde sonunda kazanacağımızı söyleyerek umut veriyor, halihazırda sorgulamakta olduğumuz hayatı daha da eşelemeyelim, içinde bulunduğumuz ve her gün ellerimizle temizlemek zorunda olduğumuz, ağzına kadar bok dolu ahırdan, birgün kurtulma umuduyla mutlumsu şekilde çalışan bir insan; ya da bir labratuarda denek olarak üretilen ama bok dolu bir ahır hayaliyle yaşayan bir bok böceği ile aynı durumda olduğumuzu görmeyelim istiyor..bu durumdan da bir film çıkarsa bir olay patlak verir; ve bok böceği kral sıfatıyla ahıra, ahır temizleyen adam da bilim adamı sıfatıyla labratuara gider, hepimiz mutlu olurduk, ama hayat bu kadar basit ve kolay değil maalesef cicişler.
yani, hepimiz; ‘umut garibanın ekmeğidir’ prensibiyle kafaları çelinen, birgün kazanmayı bekleyen ama aslında hiçbir zaman kazanamayacak olan zavallılarız..evet, hayatta kazanmak diye bir durum yok yani..sonunda ölüm olduğunu bildiğin hayatta ‘ben kazandım’ diyebilen insanın mallık katsayısı tavana vurmuştur, gerizekalıdır, polyannadır, ırgattır..kazandığını sandığı şeyler de sadece kendisini avuttuğu minik oyuncaklardır, başka da bir şey değil..
şimdi de bu güne kadar kazandığınızı ya da sandığınız şeyleri; ya da sahip olduğunuz en önemli şeyleri, değer sıralamasına göre bir düşünün..anne-babanız: kusura bakmayın ama normal şartlar altında onlar da sizden önce ölecek..kardeşleriniz: onlar da bir başkalarıyla hayatlarını birleştirip kendilerine yeni birer hayat kuracaklar..çok çok yakın arkadaşlarınız: zaten birçoğu şimdi kendilerine birer sevgili bulup sizden uzaklaşmaya başladılar bile, okul bittikten sonra da onlar da gidecek, iş hayatı başladığında belki 2 ayda 1 görüşen kişiler olacaksınız..maddi şeylerden sözetmiyorum bile..mesela benim neredeyse 16-21 yaş aralığımı özetleyen, telefonumun hafıza kartı vardı, yedeği olmayan..onun kırıldığı gün evladım ölmüş gibi hissettim, sanki o 5 yılda yaşanan anılar, olaylar hiç yaşanmamış; insanlar hiç olmamış gibi oldu benim için..ve o konuda da kazanamadım, kazanamadık ve kazanamayacağız.
bu satıra kadar sabredip okuyan okurun kafasında şöyle bir soru canlanmıştır muhakkak: ‘peki tamam da, şu hayatta hiçbirşeye sahip olamayacak mıyız; yani hiç kazanamayacak mıyız?’ bu sorunun cevabı da tamamen gururunuzu ayaklar altına alarak gerçekleştirebileceğiniz, aslında cevabını gayet iyi derecede bildiğiniz cinsten..’seveceksiniz’. Ne olursa olsun, sonu nasıl bitecekse bitsin, ne kadar farklı olursanız olun; doğru kişiyi bulma yolunda durmadan ilerleyeceksiniz..eğer geçmişteki birine takılıp kaldıysanız ve yıllar sonra da hala o kafanızı kurcalıyosa, gidip; gururunuzu ayaklar altına alıp onu bulacaksınız ve içinizdeki ukde’yi yokedeceksiniz.
ama bu yolda ayrılıklar da olucak, üzüntüler de olucak..bir sefer deneyip de ‘ben kaybettim ama, tüm erkekler/kızlar kaka, düzgün biri yok ki’ diyip belki karşınıza daha sonra çıkacak güzelliklerin de içine etmeyin lütfen..belki ‘o’ birgün gelecek, hayatınıza girecek; ama siz geçmişteki olaylara üzülmeye kendinizi o kadar kaptırmış olacaksınız ki; yanıbaşınızdan geçip giden ‘o’nu ya farkedemeyecek; ya da farkettiğinizde artık çok geç olmuş olacak..”keşke” dememek için gözünüzü açık tutun cicişler.
kısacası refik; insanoğlu, kendisine verilen şeylerle kendini kandıran, hep daha fazlasını isteyen ama istediğini elde etme yolunda kaybetme korkusuyla tek bir adım dahi atmayan, kaybetmeye mahkum bir varlıktır..şu amacı hala tartışılagelen hayatta kazanmak için yapacağın tek bir şey var refik: gururunu ayaklar altına almak..ha eğer sen gururunun hayatının aşkından daha yüksekte olduğunu düşünecek kadar gerizekalıysan afedersin; kaybetmeye de, yanlızlığa da mahkumsun..eğer sen tek bir sefer şansını deneyip sonra umutsuzluğa kapılıp, geçmişe takılanlardansan, sen de kaybetmeye mahkumsun..çünkü sen bilmiyorsun ki, bazen güzel şeylerin bozulması lazım ki, daha güzellerine yer açılsın..tıpkı küçükken yaptığımız legodan evleri bozup, her seferinde daha iyisini yapma çabamız gibi..sen sen ol refik, sevdiğin insana sevdiğini çekinmeden söyle, cesur ol, kaybetmekten korkma, gururunu ayaklar altına almasını bil..ben beceremedim, bari sen becer.
ama sende; yaptığı evi, daha iyisini yapma uğrunda bozacak cesaret yoksa; ya da ‘benim evim bozulduuu’ diye oturup ağlayanlardansan milyonlarcası gibi; ozaman senaryodaki değil, gerçek Kaybedenler Kulübü’ne hoşgeldin ;)..
p.s: bir sonraki yazımı da ‘gurur’ üzerine yazmayı planlıyorum..eğer herhangi bir soru, görüş, öneri, şikayetiniz varsa bana iletin, çekinmeyin..çünkü çekinirsen n’olcağını biliyosun :).
p.s2: aaah ahu türkpençe ah.
beni az buçuk tanıyanlar bilir: hani her izlediği filmde kendini bulan, ‘ama bu aynı ben kiiii’ şeklinde takılan ergenimsi zihniyete kıl olurum..elbette benim de ana kararkterleri mantalite bakımından kendime benzettiğim filmler yok mu? elbette var..zaten film olayının amacı bu, sizin orada kendinizden bir parça bulmanızı sağlamak.
herneyse gelelim Kaybedenler Kulübü’ne: genel manada ‘film’ kavramını en abes şekilde tanımlayacak olursak: ‘yapmacık karakterlerin, insan hayatını yapmacık bir senaryoyla, gerçeğe en yakın şekilde işleyip, bizim de içinde kendimizi bulmamızı hedefleyen olaylar topluluğunun birleştirilmiş hali’ diyebiliriz (tanım çalma değil, yeminle oturup düşündüm)..yani film dediğimiz olay hepimizin de bildiği gibi başlıbaşına sahte; ama komedi, ayırılık, aksiyon, drama gibi hayatın içindeki temellere dayandırılıp bizi etkisinde bırakmayı, içimizdeki bam teline dokunmayı hedefliyor..
şimdi gelelim asıl konumuza: şu güne kadar izlediğiniz tüm filmleri şöyle bir gözünüzün önüne getirin..ekşın filmlerinde ana karakter/karakterler vardır, mücadele ederler, zorluklarla karşılarşırlar, bir ara kaybedecek gibi olurlar, ‘amanııın’ dediğiniz anda kendini ‘ana karakter’ ya da ‘kahraman’ yapan vasıflarla işin içinden sıyrılır veee “kazanır”..romantik komedide de ana karakter vardır; önünde birsürü abuksabuk ara karakterler çıkar ama pek önemsenilmeyez..sonra bizim ana kadarkter doğru kızla tanışır, tam oldubitti denceği sırada bir problem olur, ayrışırlar, üzülürler..çoğu zaman bu inanılmaz derecede boktan bir sebepten dolayı olur ve filmin bu en canalıcı kısmında kızlar zırlamaya, erkekler de teselli manasında yanaşmaya başlarlar..ama filmin sonunda mucize gerçekleşir, karakterler birbirini bulur, ve yine insanlar ‘ka-za-nır’..sonunda ana karakterlerin öldüğü ya da hapise girdiği, yani basit manada ‘kaybettirildiği’ filmler de vardır zilyon tane; ama orada da fikir, amaç ya da onur kazanır..yani kay-be-den olmaz.
mesela breaveheart’da abimin kellesi vuruldu ama kaybetmedikendisi, özgürlük inancı, onur kazandı..hiçbirimiz onun ardından oturup ağlamadık; ağlayanlar da,mücadelesine olan bağlılığı ve inandığı değerler uğruna canını ortaya koyan ana karakterin onuruna ağladılar..sonuçta inanç kazandı, özgürlük kazandı..isim aklıma gelmiyor ama birbirini deliler gibi seven bir çift vardı bir filmde; kadın öldü, adam peşinden zırlayarak onun hayalini canlandırdı, başkasına sulanmadı ve o da öldü..bu filmde adam da kadın da kaybediyo gibi gösterildi bize, ama aşk kazandı, bağlılık kazandı.
uzun lafın kısası piyasadaki filmlerin, kitapların, hikayelerin %99u bize eninde sonunda kazanacağımızı söyleyerek umut veriyor, halihazırda sorgulamakta olduğumuz hayatı daha da eşelemeyelim, içinde bulunduğumuz ve her gün ellerimizle temizlemek zorunda olduğumuz, ağzına kadar bok dolu ahırdan, birgün kurtulma umuduyla mutlumsu şekilde çalışan bir insan; ya da bir labratuarda denek olarak üretilen ama bok dolu bir ahır hayaliyle yaşayan bir bok böceği ile aynı durumda olduğumuzu görmeyelim istiyor..bu durumdan da bir film çıkarsa bir olay patlak verir; ve bok böceği kral sıfatıyla ahıra, ahır temizleyen adam da bilim adamı sıfatıyla labratuara gider, hepimiz mutlu olurduk, ama hayat bu kadar basit ve kolay değil maalesef cicişler.
yani, hepimiz; ‘umut garibanın ekmeğidir’ prensibiyle kafaları çelinen, birgün kazanmayı bekleyen ama aslında hiçbir zaman kazanamayacak olan zavallılarız..evet, hayatta kazanmak diye bir durum yok yani..sonunda ölüm olduğunu bildiğin hayatta ‘ben kazandım’ diyebilen insanın mallık katsayısı tavana vurmuştur, gerizekalıdır, polyannadır, ırgattır..kazandığını sandığı şeyler de sadece kendisini avuttuğu minik oyuncaklardır, başka da bir şey değil..
şimdi de bu güne kadar kazandığınızı ya da sandığınız şeyleri; ya da sahip olduğunuz en önemli şeyleri, değer sıralamasına göre bir düşünün..anne-babanız: kusura bakmayın ama normal şartlar altında onlar da sizden önce ölecek..kardeşleriniz: onlar da bir başkalarıyla hayatlarını birleştirip kendilerine yeni birer hayat kuracaklar..çok çok yakın arkadaşlarınız: zaten birçoğu şimdi kendilerine birer sevgili bulup sizden uzaklaşmaya başladılar bile, okul bittikten sonra da onlar da gidecek, iş hayatı başladığında belki 2 ayda 1 görüşen kişiler olacaksınız..maddi şeylerden sözetmiyorum bile..mesela benim neredeyse 16-21 yaş aralığımı özetleyen, telefonumun hafıza kartı vardı, yedeği olmayan..onun kırıldığı gün evladım ölmüş gibi hissettim, sanki o 5 yılda yaşanan anılar, olaylar hiç yaşanmamış; insanlar hiç olmamış gibi oldu benim için..ve o konuda da kazanamadım, kazanamadık ve kazanamayacağız.
bu satıra kadar sabredip okuyan okurun kafasında şöyle bir soru canlanmıştır muhakkak: ‘peki tamam da, şu hayatta hiçbirşeye sahip olamayacak mıyız; yani hiç kazanamayacak mıyız?’ bu sorunun cevabı da tamamen gururunuzu ayaklar altına alarak gerçekleştirebileceğiniz, aslında cevabını gayet iyi derecede bildiğiniz cinsten..’seveceksiniz’. Ne olursa olsun, sonu nasıl bitecekse bitsin, ne kadar farklı olursanız olun; doğru kişiyi bulma yolunda durmadan ilerleyeceksiniz..eğer geçmişteki birine takılıp kaldıysanız ve yıllar sonra da hala o kafanızı kurcalıyosa, gidip; gururunuzu ayaklar altına alıp onu bulacaksınız ve içinizdeki ukde’yi yokedeceksiniz.
ama bu yolda ayrılıklar da olucak, üzüntüler de olucak..bir sefer deneyip de ‘ben kaybettim ama, tüm erkekler/kızlar kaka, düzgün biri yok ki’ diyip belki karşınıza daha sonra çıkacak güzelliklerin de içine etmeyin lütfen..belki ‘o’ birgün gelecek, hayatınıza girecek; ama siz geçmişteki olaylara üzülmeye kendinizi o kadar kaptırmış olacaksınız ki; yanıbaşınızdan geçip giden ‘o’nu ya farkedemeyecek; ya da farkettiğinizde artık çok geç olmuş olacak..”keşke” dememek için gözünüzü açık tutun cicişler.
kısacası refik; insanoğlu, kendisine verilen şeylerle kendini kandıran, hep daha fazlasını isteyen ama istediğini elde etme yolunda kaybetme korkusuyla tek bir adım dahi atmayan, kaybetmeye mahkum bir varlıktır..şu amacı hala tartışılagelen hayatta kazanmak için yapacağın tek bir şey var refik: gururunu ayaklar altına almak..ha eğer sen gururunun hayatının aşkından daha yüksekte olduğunu düşünecek kadar gerizekalıysan afedersin; kaybetmeye de, yanlızlığa da mahkumsun..eğer sen tek bir sefer şansını deneyip sonra umutsuzluğa kapılıp, geçmişe takılanlardansan, sen de kaybetmeye mahkumsun..çünkü sen bilmiyorsun ki, bazen güzel şeylerin bozulması lazım ki, daha güzellerine yer açılsın..tıpkı küçükken yaptığımız legodan evleri bozup, her seferinde daha iyisini yapma çabamız gibi..sen sen ol refik, sevdiğin insana sevdiğini çekinmeden söyle, cesur ol, kaybetmekten korkma, gururunu ayaklar altına almasını bil..ben beceremedim, bari sen becer.
ama sende; yaptığı evi, daha iyisini yapma uğrunda bozacak cesaret yoksa; ya da ‘benim evim bozulduuu’ diye oturup ağlayanlardansan milyonlarcası gibi; ozaman senaryodaki değil, gerçek Kaybedenler Kulübü’ne hoşgeldin ;)..
p.s: bir sonraki yazımı da ‘gurur’ üzerine yazmayı planlıyorum..eğer herhangi bir soru, görüş, öneri, şikayetiniz varsa bana iletin, çekinmeyin..çünkü çekinirsen n’olcağını biliyosun :).
p.s2: aaah ahu türkpençe ah.
Etiketler:
bir homofobiğin anatomisi,
kaybedenler kulübü,
kaybetmek,
kazanamamak
5 Mayıs 2011 Perşembe
EGO 103 – Türk Kızının Erkek Milletini Değiştirme Çabası
son dönemde çevremdeki erkek düşmanı olan kızların sayısında ciddi manada bir artış görmekteyim..birçoğu zamanında onlarca ilişkiyi harap edip, sonrasında ‘lan ben nerde yanlış yaptım, erkeklerle neden yapamıyorum, zaten tüm erkekler gerizekalıığğğ, yok mu adam gibi adam’ nidalarına bürünerek sağa sola serzenişlerde bulunuyor, bi kere aynaya bakıp suçu kendinde arayacağına, ilişkilerdeki tüm hataları karşı tarafa yükleyerek kendini kandırmaya çalışıyorlar..peki bu durumun sebebi nedir? hemen açıklayayım: her kızın kafasında birbirlerinden farklı olan bir ‘ideal erkek’ kalıbı var ve önlerine çıkan herkesi bu kalıbın içine sokmaya, değiştirmeye çalışmaktalar..bu durum da, daha üzerindeki t-şörtü kokmadan değiştirmeyen, üşengeç erkek zımbırtısıyla birleşince ortaya ottan boktan anlaşmazlıklar çıkarıyor..
bilinen durumdur; ilişkilerde belirli bir ergen heyecan dönemi geride bırakıldığı zaman gardlar alınır, bireyler birbirlerinde hoşlaşmadıkları durumları tek tek dürterek ortaya çıkarır, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler kavga konusu yapılır, karakterler karşılıklı yıpratılır..erkek tarafından bakılacak olursak bu durumun temelinde karşı tarafa büyük bir karakter müdahalesi yapılmadığını görürüz, sadece ‘karışma’ dürtüsünün getirdiği basit müdahaleler vardır..yani biz manitamızın çok açık giyinmemesini, abuk sabuk insanlarla görünmemesini, abuk sabuk mekanlara takılmamasını, çevresine kendisinin bir erkek arkadaşı olduğu görüntüsünü vermesini isteriz..bu istekler çok fazla değildir, zira çoğu da karşı taraf ortam biraz gerildiğinde ‘sen bana hiç güvenmiyosuuuuaan’ ve devamında gelen gözyaşı taktiğine başvurduğu için esnetilir, ya da toptan yapılmaz..
ama kız milletinin gerek karakter gerekse detay bazında karşı tarafı değişim isteği cicim aylarından itibaren bir başladı mı, hiç ama hiiiç bitmez arkadaş..saçından, kaşlarından, mimiklerinden, gülerken çıkardığın sesten, sakal-bıyık durumundan, tırnaklardan, oturuştan, kalkıştan, yemek yemeden, uyurken fazla sağa sola dönmenden; vurdumduymazlığından, kendini beğenmişliğine; ailenin içindeki pozisyonuna, arkadaşlar arasındaki saygınlığına kadar herşeyine müdahale ederler..sanki kadınlık dürtüsü, sevgilinin gitti yolun yol olmadığına inanıp, komple hayat tarzını değiştirmeye zorlamakta günümüz kızlarını..
hani az buçuk mantığı olan kız birkaç ilişki sonra soruyo kendine: “ya biz bu erkeklerden ne istiyoruz” diye..zaten olay da kız milletinin ne istediğini bilememesinden dolayı patlakveriyor..yani senin ilişkinin başlarında yaptığın bir hareketin karşı taraf tarafından inanılmaz hoşlukta karşılanıyorsa, zamanla bu hareketler batmaya başlıyo..ve türk kızının otu boku gereksiz yere çapraz mantığında defalarca düşünüp kafasında dert etmesi sonucu takıntılık durumu ve bu durumu takip eden kavgalar çıkmaya, ilişkiler yıpranmaya başlıyor..mesela adam ilk buluşmada kızın kahvesinden bir yudum alıyor ve bu kızda “birşeyi paylaşabilme, bir elmanın iki yarısı olabilme” izlenimini sağlayan dürtüyü harekete geçirip sevgiliyi mutlu edebiliyor, çoğu kızı da eder yani..ancak gel zaman git zaman yine beraber evde geçirilen bir günde sevgilinin kahvesine hamle yapan gencimiz: “üşengeç, saygısız ve hatta kız arkadaşını kendine hizmet etmesi için kullanan odun” muamelesi dahi görüyor..ee hani biz paylaşımcıydık, bir elmanın iki yarısıydık? yazık.
olaya filozofik açıdan bakacak olursak kız ve erkek benliğini bir düzlemde paralel olmayan iki doğru parçası olarak düşünelim..bunlar elbet bir noktada kesişecek, eğer sevgili olmaya karar verilirse iki doğru parçasını saran ilişki bağları kurulmaya başlanacaktır..erkek milletinin kızın doğru parçasından beklediği; zaman içinde istikametin kendisine dönmesidir, yani kız milletinin varış noktası beyinin yanı olmalıdır..kısacası olması gereken bir yön değişimi olmalıdır, geçmişte nerelerden geçtiyse geçsin yeni eklenecek yön sevgilinin istikameti olmalıdır..ancak kız milletinin erkeğin doğru parçasından belirli bir zaman sonra beklediği şey kesin değildir, ve zaman içinde arada oluşan bağları kullanarak erkeğin doğrultusunu ekseninden kaydırarak komple kendi yanına çekmeye çalışır..ekseninden kayma korkusu saran erkek de bu baskılara gelemez ve kaçar, aradaki bağlar da kopar..
uzun lafın kısası refik, kız milleti ilk başta seni ister..tamamen avucunun içine aldıktan sonra sende bazı şeyleri ister, önce ufak şeylerdir bunlar; parfüm, sakal, saç şekilleri vs..sonradan büyük şeylere döner, karakterinden vereceğin ödünlere kadar uzanır..kendini salarsan, karşı tarafın hamuru olursan “karaktersiz”, sağlam bir duruş sergileyip karakterinden ödün vermezsen de “vurdumduymaz, sorumsuz” olursun..kafasındaki “mükemmel sevgili”kalıbına seni ulaştırma yolunda belki doğru insan olduğun halde seni de harcar..ve sen sen ol refik, senin kadar zeki kıza kesinlikle aşık olma, bağlanma..sonra kötü oluyor.
ps: mutlak doğru olmayacağı gibi mutlak mükemmelliğin de olmadığını savunan birisiyim..özellikle ‘mükemmel insan’ arayışlarındaki, kafalarında kurdukları beyaz porsche’li kıvanç tatlıtuğ simasına bürünmüş prenslerini bekleyen ergen zihniyete ciddi manada acımaktayım; çünkü kafalarında tasarladıkları ideal erkek modeline o kadar yoğunlaşmışlar ki, önlerindeki onlarca fırsatı, güzelliği, sevgiyi, samimiyeti göremez olmuşlar..bulduklarını da bozuk para gibi harcamış, sonra da oturup yanlızlıklarını dağlara taşlara serzenerek gidermeye çalışıyorlar..ama yapacak bişey yok, n’apalım.
ps2: bu yazı genel mantalite üzerine yazılmış olunup, minik bireysel çıkarımlar dışında bireylerin üzerine alınmaması özenle rica olunur.
bilinen durumdur; ilişkilerde belirli bir ergen heyecan dönemi geride bırakıldığı zaman gardlar alınır, bireyler birbirlerinde hoşlaşmadıkları durumları tek tek dürterek ortaya çıkarır, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler kavga konusu yapılır, karakterler karşılıklı yıpratılır..erkek tarafından bakılacak olursak bu durumun temelinde karşı tarafa büyük bir karakter müdahalesi yapılmadığını görürüz, sadece ‘karışma’ dürtüsünün getirdiği basit müdahaleler vardır..yani biz manitamızın çok açık giyinmemesini, abuk sabuk insanlarla görünmemesini, abuk sabuk mekanlara takılmamasını, çevresine kendisinin bir erkek arkadaşı olduğu görüntüsünü vermesini isteriz..bu istekler çok fazla değildir, zira çoğu da karşı taraf ortam biraz gerildiğinde ‘sen bana hiç güvenmiyosuuuuaan’ ve devamında gelen gözyaşı taktiğine başvurduğu için esnetilir, ya da toptan yapılmaz..
ama kız milletinin gerek karakter gerekse detay bazında karşı tarafı değişim isteği cicim aylarından itibaren bir başladı mı, hiç ama hiiiç bitmez arkadaş..saçından, kaşlarından, mimiklerinden, gülerken çıkardığın sesten, sakal-bıyık durumundan, tırnaklardan, oturuştan, kalkıştan, yemek yemeden, uyurken fazla sağa sola dönmenden; vurdumduymazlığından, kendini beğenmişliğine; ailenin içindeki pozisyonuna, arkadaşlar arasındaki saygınlığına kadar herşeyine müdahale ederler..sanki kadınlık dürtüsü, sevgilinin gitti yolun yol olmadığına inanıp, komple hayat tarzını değiştirmeye zorlamakta günümüz kızlarını..
hani az buçuk mantığı olan kız birkaç ilişki sonra soruyo kendine: “ya biz bu erkeklerden ne istiyoruz” diye..zaten olay da kız milletinin ne istediğini bilememesinden dolayı patlakveriyor..yani senin ilişkinin başlarında yaptığın bir hareketin karşı taraf tarafından inanılmaz hoşlukta karşılanıyorsa, zamanla bu hareketler batmaya başlıyo..ve türk kızının otu boku gereksiz yere çapraz mantığında defalarca düşünüp kafasında dert etmesi sonucu takıntılık durumu ve bu durumu takip eden kavgalar çıkmaya, ilişkiler yıpranmaya başlıyor..mesela adam ilk buluşmada kızın kahvesinden bir yudum alıyor ve bu kızda “birşeyi paylaşabilme, bir elmanın iki yarısı olabilme” izlenimini sağlayan dürtüyü harekete geçirip sevgiliyi mutlu edebiliyor, çoğu kızı da eder yani..ancak gel zaman git zaman yine beraber evde geçirilen bir günde sevgilinin kahvesine hamle yapan gencimiz: “üşengeç, saygısız ve hatta kız arkadaşını kendine hizmet etmesi için kullanan odun” muamelesi dahi görüyor..ee hani biz paylaşımcıydık, bir elmanın iki yarısıydık? yazık.
olaya filozofik açıdan bakacak olursak kız ve erkek benliğini bir düzlemde paralel olmayan iki doğru parçası olarak düşünelim..bunlar elbet bir noktada kesişecek, eğer sevgili olmaya karar verilirse iki doğru parçasını saran ilişki bağları kurulmaya başlanacaktır..erkek milletinin kızın doğru parçasından beklediği; zaman içinde istikametin kendisine dönmesidir, yani kız milletinin varış noktası beyinin yanı olmalıdır..kısacası olması gereken bir yön değişimi olmalıdır, geçmişte nerelerden geçtiyse geçsin yeni eklenecek yön sevgilinin istikameti olmalıdır..ancak kız milletinin erkeğin doğru parçasından belirli bir zaman sonra beklediği şey kesin değildir, ve zaman içinde arada oluşan bağları kullanarak erkeğin doğrultusunu ekseninden kaydırarak komple kendi yanına çekmeye çalışır..ekseninden kayma korkusu saran erkek de bu baskılara gelemez ve kaçar, aradaki bağlar da kopar..
uzun lafın kısası refik, kız milleti ilk başta seni ister..tamamen avucunun içine aldıktan sonra sende bazı şeyleri ister, önce ufak şeylerdir bunlar; parfüm, sakal, saç şekilleri vs..sonradan büyük şeylere döner, karakterinden vereceğin ödünlere kadar uzanır..kendini salarsan, karşı tarafın hamuru olursan “karaktersiz”, sağlam bir duruş sergileyip karakterinden ödün vermezsen de “vurdumduymaz, sorumsuz” olursun..kafasındaki “mükemmel sevgili”kalıbına seni ulaştırma yolunda belki doğru insan olduğun halde seni de harcar..ve sen sen ol refik, senin kadar zeki kıza kesinlikle aşık olma, bağlanma..sonra kötü oluyor.
ps: mutlak doğru olmayacağı gibi mutlak mükemmelliğin de olmadığını savunan birisiyim..özellikle ‘mükemmel insan’ arayışlarındaki, kafalarında kurdukları beyaz porsche’li kıvanç tatlıtuğ simasına bürünmüş prenslerini bekleyen ergen zihniyete ciddi manada acımaktayım; çünkü kafalarında tasarladıkları ideal erkek modeline o kadar yoğunlaşmışlar ki, önlerindeki onlarca fırsatı, güzelliği, sevgiyi, samimiyeti göremez olmuşlar..bulduklarını da bozuk para gibi harcamış, sonra da oturup yanlızlıklarını dağlara taşlara serzenerek gidermeye çalışıyorlar..ama yapacak bişey yok, n’apalım.
ps2: bu yazı genel mantalite üzerine yazılmış olunup, minik bireysel çıkarımlar dışında bireylerin üzerine alınmaması özenle rica olunur.
Etiketler:
mükemmelim ama faydasız,
yoksa benim kalbim mi arsız?
10 Nisan 2011 Pazar
Tenefüs - Çalışan Erkeğe İş Dönüşü Söylenen Her Söz Dırdır'dır
öncelikle derslerimize verdiğimiz aradan dolayı özür dilerim; bunun zilyon tane sebebi var ama en mantıklısı artık adamakıllı bir işimin oluşudur..hani nasıl oldu ben de anlayamadım gerçi ama 2 ay kadar önce arkadaşının evinin kanepesinde gününü gün eden parazit bir yaşam türünden, haftada 57 saat (yalan söylüyosun diyenı ıslak sopayla döverim, ona göre!) çalışıp düzenli bir hayatı olan insan türüne geçiş yaptım, kısacası tepeden tırnağa hayatım değişti..kısaca olayı özetleyeyim, istemeyen varsa bu kısmı direk atlayabilsin diye ayrı bir paragraf açıyorum;
şimdi bizim okulun da donması hasebiyle bi tatil modundaydın bi tatil modundaydım ki sormayın; Türkiye turu olsun, yurtdışı birkaç plan olsun, geberene kadar minecraft oynamak ve uzun zamandır ara verdiğim kitaplarımın arasına gömülmek olsun, onyüzbinmilyon tane planım vardı; sonra dedim ki kendi kendime: 'lan ben zaten sarıyerde bayıldım, ilk önce bi mekanımı değiştireyim geçici olarak' ve soluğu bizim mecidiyeköydeki liseden arkadaşların ikamet ettiği evde aldım..tam 1 ay neredeyse zorunlu haller dışında evden çıkmadan kamyonu devirip yattım; sabah açıyodum ntv'yi, öğleden sonraki haberlerin metinlerini ezbere okuyabiliodum televizyonu mute'a alıp filan, ama insan o kadar boşluktan da sıkılıyo be arkadaş? neyse bi garip mail üzerine part time da olsa bi iş bulmaya karar verdim..yıllardır müşterisi olduğum ve sistemini bildiğim bir şirkete başvurdum ve 2 gün sonra arandım, laylaylom şeklinde gittiğim mülakatta da aynı gün işe alındım, belgelerimi tamamladığım 2 gün sonra da işe başladım ve bam, bir anda boşbeleş olan hayatım komple değişti be..hani şimdi cumartesi gecesi 23.00da işten çıkıp pazar sabah da 07.00de işe giden bi uğur var, inanmazlarsa ofisim yerim yurdum belli, arayın bulun, uğraştırmayın beni :).
neyse geçen gece yine 23.00de çıktım ve eve gittim, bizim vitaminsiz+at hırsızından oluşan bir tayfa hararetli şekilde bir konuyu tartışmaktalar; neyse konuya dahil olmaya çalıştım 10 saattir işte üstünden silindirle geçilen kafamla; ama başarılı olamadım..bizim 'ırgat' kod adlı zat yanılmıyosam gözümün içine bakarak 15 dakika konuştu, anlamak için tüm benliğimi verdim, ama tek hissettiğim şey; onun ağzından çıkan anlamsız laflar kulağımdan beynime ulaşıyodu ve her dakika zaten anası ağlamış olan kafam iyiden iyiye ağrımaya başlıyodu..sonra dönüp bizim ırgata "abi eminim ki iyi bişey diyosun, ama ben dediklerinden bi bok anlamıyorum, şuan boş dırdırtan öteye geçmio yani" diyerek izin isteyip boş bulduğum yatağa kendimi attım ve düşündüm; ya hayat bu kadar sikleme bi durum mu?
benim babam aktif olarak 35yıldan fazladır çalışıyodur sanırsam, kıyaslayacak olursak benim yaptığım iş onunkinin yanında bi boka yaramaz, esamesi okunmaz..ama yatağa kendimi atınca aklıma bir anda babamın her akşam işten dönüşü, ve annemin onunla konuşma çabası geldi..hani adam 25 senedir pazarı tatili demedne her akşam benin kafamın en az 3 katı boktan bi hade evin yolunu bulup gelebiliyor ve ben daha çocukluk arkadaşımın makara muhabbetine 15 dakika dayanamazken o annemin gözlerine bakıp her akşam 3-4 saat onu dinleyebiliyodu..hani bişey anlayıp anlamadığını sorsanız muamma ama yine de adam peygamber sabrıyla dinliyordu, hala da dinliyodur, peygamber sabırlı babam :)..
sonra kendimi ele aldım; lan ben bu tempoyla çalışsam, evde de dönüşte bi karım, sevgilim, vs. bişi olsa ve sadece 2miz yaşasak..hani hayat arkadaşın dediğin, belki canından çok sevdiğin o insan bile o kafa modunda konuşsa, hani kusura bakmasın şimdiden ama tamamen kendini yorar, yazıktır ya..hani ben biliyorum gün içinde yaşananları bi kız arkadaşına anlatmak var, bi de hayatını paylaştığın kşiye, kocana anlatma heyecanı var; ama kocanın beyninde sana ayrılabilecek maksimum 10 hücre varsa konuşmanın ilk 20 saniyesinde o da tükeniyo be kızım..sonrasında anlattığın herşey bana dırdır, kusura bakma ama cidden öyle ya! hele ki bi de random şekilde ağlayan bir bebek olduğunu düşün, o ev hani tozpembe şekilde kurulan aşk yuvasından çıkar, dırdırhaneye döner arkadaş..
işte bu dönemlerde ortaya çıkan evliliğin monotonlaşması ya da eski heyecanının kalmaması gibi sorunların temel sebebi budur, zaten hafta boyunca daha iyi bir gelecek uğruna çalışarak işte kafası skilen erkeğin, karısına/sevgilisine vakit ayırsa bile sürpriz yapıp mutlu etmeyi bırakın; sevişecek enerjisi kalmıyor yemin ederim..hani belki bu söylediklerim size abartı geliyor ama cidden öyle be ya.
uzun lafın kısası, şu anda aynı yaş dilimini paylaştığım kişilere burdan tek bir tavsiyem var: HAYATINIZI YAŞAYIN LAN! hani siz spring berak ya da 19 mayıs tatilinde biyere gitmek için ofisin head'ine 1 ay önceden gidip yıllık izin almak için yalvarmanın ne demek olduğunu cidden bilmiyosunuz, bilenler bilmeyenlere anlatsın yani..o yüzden gezin, tozun, eğlenin; yemin ederim üniversite okumakta iş yok, ne bölüm olursa olsun; aldığın ve tüksindiğin en kötü dersin üzerine 2 kat çık, işte iş hayatının her günü böyle bişey..sizden kişisel ricam, lütfen şu 20li yaşların her dakikasını değerlendirin, sonra 'uur bunu bir zamanlar demişti' dersiniz..
seni unuttum sanma refik, sana da tavsiyem önce adam ol; sonra hayatını yaşa..yoksa iş hayatı, özellikle özel sektörde salla başı al maaşı diye bi durum yok..zevkli iş diye bişey zaaten yok, kendisi tamamen 'üniversiteye bi kapağı at rahat edersin' mantalitesinin iş hayatına uyarlanmış halidir, aldanma, kanma..ve gün olur da hayatını paylaşacak birini bulursan, dinleyemesen bile en azından her akşam eve gidince ona sarıl, ama sıkıca..hani bununla o da tüm günün stresini unutacaktır, sen de..
p.s: bir sonraki yazım 'türk kızının erkeğini bi kalıba sokma çalışması' üzerine olucak, hani ilgilenen yoktur da varsa diye.
kalın sağlıcakla,
-U.
şimdi bizim okulun da donması hasebiyle bi tatil modundaydın bi tatil modundaydım ki sormayın; Türkiye turu olsun, yurtdışı birkaç plan olsun, geberene kadar minecraft oynamak ve uzun zamandır ara verdiğim kitaplarımın arasına gömülmek olsun, onyüzbinmilyon tane planım vardı; sonra dedim ki kendi kendime: 'lan ben zaten sarıyerde bayıldım, ilk önce bi mekanımı değiştireyim geçici olarak' ve soluğu bizim mecidiyeköydeki liseden arkadaşların ikamet ettiği evde aldım..tam 1 ay neredeyse zorunlu haller dışında evden çıkmadan kamyonu devirip yattım; sabah açıyodum ntv'yi, öğleden sonraki haberlerin metinlerini ezbere okuyabiliodum televizyonu mute'a alıp filan, ama insan o kadar boşluktan da sıkılıyo be arkadaş? neyse bi garip mail üzerine part time da olsa bi iş bulmaya karar verdim..yıllardır müşterisi olduğum ve sistemini bildiğim bir şirkete başvurdum ve 2 gün sonra arandım, laylaylom şeklinde gittiğim mülakatta da aynı gün işe alındım, belgelerimi tamamladığım 2 gün sonra da işe başladım ve bam, bir anda boşbeleş olan hayatım komple değişti be..hani şimdi cumartesi gecesi 23.00da işten çıkıp pazar sabah da 07.00de işe giden bi uğur var, inanmazlarsa ofisim yerim yurdum belli, arayın bulun, uğraştırmayın beni :).
neyse geçen gece yine 23.00de çıktım ve eve gittim, bizim vitaminsiz+at hırsızından oluşan bir tayfa hararetli şekilde bir konuyu tartışmaktalar; neyse konuya dahil olmaya çalıştım 10 saattir işte üstünden silindirle geçilen kafamla; ama başarılı olamadım..bizim 'ırgat' kod adlı zat yanılmıyosam gözümün içine bakarak 15 dakika konuştu, anlamak için tüm benliğimi verdim, ama tek hissettiğim şey; onun ağzından çıkan anlamsız laflar kulağımdan beynime ulaşıyodu ve her dakika zaten anası ağlamış olan kafam iyiden iyiye ağrımaya başlıyodu..sonra dönüp bizim ırgata "abi eminim ki iyi bişey diyosun, ama ben dediklerinden bi bok anlamıyorum, şuan boş dırdırtan öteye geçmio yani" diyerek izin isteyip boş bulduğum yatağa kendimi attım ve düşündüm; ya hayat bu kadar sikleme bi durum mu?
benim babam aktif olarak 35yıldan fazladır çalışıyodur sanırsam, kıyaslayacak olursak benim yaptığım iş onunkinin yanında bi boka yaramaz, esamesi okunmaz..ama yatağa kendimi atınca aklıma bir anda babamın her akşam işten dönüşü, ve annemin onunla konuşma çabası geldi..hani adam 25 senedir pazarı tatili demedne her akşam benin kafamın en az 3 katı boktan bi hade evin yolunu bulup gelebiliyor ve ben daha çocukluk arkadaşımın makara muhabbetine 15 dakika dayanamazken o annemin gözlerine bakıp her akşam 3-4 saat onu dinleyebiliyodu..hani bişey anlayıp anlamadığını sorsanız muamma ama yine de adam peygamber sabrıyla dinliyordu, hala da dinliyodur, peygamber sabırlı babam :)..
sonra kendimi ele aldım; lan ben bu tempoyla çalışsam, evde de dönüşte bi karım, sevgilim, vs. bişi olsa ve sadece 2miz yaşasak..hani hayat arkadaşın dediğin, belki canından çok sevdiğin o insan bile o kafa modunda konuşsa, hani kusura bakmasın şimdiden ama tamamen kendini yorar, yazıktır ya..hani ben biliyorum gün içinde yaşananları bi kız arkadaşına anlatmak var, bi de hayatını paylaştığın kşiye, kocana anlatma heyecanı var; ama kocanın beyninde sana ayrılabilecek maksimum 10 hücre varsa konuşmanın ilk 20 saniyesinde o da tükeniyo be kızım..sonrasında anlattığın herşey bana dırdır, kusura bakma ama cidden öyle ya! hele ki bi de random şekilde ağlayan bir bebek olduğunu düşün, o ev hani tozpembe şekilde kurulan aşk yuvasından çıkar, dırdırhaneye döner arkadaş..
işte bu dönemlerde ortaya çıkan evliliğin monotonlaşması ya da eski heyecanının kalmaması gibi sorunların temel sebebi budur, zaten hafta boyunca daha iyi bir gelecek uğruna çalışarak işte kafası skilen erkeğin, karısına/sevgilisine vakit ayırsa bile sürpriz yapıp mutlu etmeyi bırakın; sevişecek enerjisi kalmıyor yemin ederim..hani belki bu söylediklerim size abartı geliyor ama cidden öyle be ya.
uzun lafın kısası, şu anda aynı yaş dilimini paylaştığım kişilere burdan tek bir tavsiyem var: HAYATINIZI YAŞAYIN LAN! hani siz spring berak ya da 19 mayıs tatilinde biyere gitmek için ofisin head'ine 1 ay önceden gidip yıllık izin almak için yalvarmanın ne demek olduğunu cidden bilmiyosunuz, bilenler bilmeyenlere anlatsın yani..o yüzden gezin, tozun, eğlenin; yemin ederim üniversite okumakta iş yok, ne bölüm olursa olsun; aldığın ve tüksindiğin en kötü dersin üzerine 2 kat çık, işte iş hayatının her günü böyle bişey..sizden kişisel ricam, lütfen şu 20li yaşların her dakikasını değerlendirin, sonra 'uur bunu bir zamanlar demişti' dersiniz..
seni unuttum sanma refik, sana da tavsiyem önce adam ol; sonra hayatını yaşa..yoksa iş hayatı, özellikle özel sektörde salla başı al maaşı diye bi durum yok..zevkli iş diye bişey zaaten yok, kendisi tamamen 'üniversiteye bi kapağı at rahat edersin' mantalitesinin iş hayatına uyarlanmış halidir, aldanma, kanma..ve gün olur da hayatını paylaşacak birini bulursan, dinleyemesen bile en azından her akşam eve gidince ona sarıl, ama sıkıca..hani bununla o da tüm günün stresini unutacaktır, sen de..
p.s: bir sonraki yazım 'türk kızının erkeğini bi kalıba sokma çalışması' üzerine olucak, hani ilgilenen yoktur da varsa diye.
kalın sağlıcakla,
-U.
15 Şubat 2011 Salı
EGO 102 - Türk Kızının Gayılardan Hoşlanma Sendromu
hani az buçuk gözlem ve analiz yapabilen her insan evladı gibi, zaman zaman, ancak son zamanlarda sıkça rastladığım bir durumdur kızların geylerden hoşlanması..özellikle feysbuk, tivitır ve bilimum sosyal paylaşım platformunda aşağı yukarı şu ve şuna benzer serzenişleri duymak mümkün: ‘neden mükemmel erkeklerin hepsi gey olmak zorunda kii?’..hemen incelemeye aldım durumu tabi..biraz uzun sürdü analizimi tamamlamam ama başardım..konuyu temelden kavramak için 2 ana başlığa böldüm: geylik ve mükemmellik..ilk etapta geyliği analiz edelim.
ilk etapta ‘bir erkek neden gey olur?’ sorusunu yönelttim kendime..bu konuda zilyon araştırma soruşturma vs. yapılmış, ama benim gözlemlediğim kadarıyle bunun da 2 sebebi var: hormonel bozukluk ve kadın milletinden bıkkınlık..ilk sebep gayet açık ve geyliği bir hastalık olarak tanımlamakta..diğer sebep ise benim ‘sonradan dönüş’ teorime tamamen uymakta..kız milletiyle oldukça haşır neşir ve sevişken birkaç arkadaşımda da gözlemlediğim üzere, belirli bir süre sonra bir bıkkınlık hissiyatı ortaya çıkmakta..bu bıkkınlığın temel sebebi fiziksel doygunluk (yani gereğinden fazla cinsellik) ve kız milletinin genel dırdırından bıkma olarak açıklanabilir..yani adam kız milletiyle takılır, dinliyomuş gibi yapar, güvenini kazanır, sevişir ve bu durumu her tanıştığı kızda kendi taktiğini uzmanlaştırarak devam ettirir..ta ki bir süre sonra kapı çalar, gına gelir, tüm o adımları tek tek atmak, her sözüne verilecek cevabı bilmek, beraberinde kızlara karşı bir üşengeçlik durumu getirir ve insanın kendisine şu soruyu sordurur: ‘ulan bu kadar bunu yaptık da, elimize ne geçti?’ sadece tecrübe, başka hiçbişey değil..sonra bi süre üzerine düşen bu üşengeçlik ve bıkkınlık periyodunu savsaklamak için kendiyle başbaşa kalmaya ya da erkeklerle daha çok zaman geçirmeye başlar..sonra zat’ımız uzun zamandır kızların elbise, makyaj, ayakkabı, dedikodu ve bilimum erkek milletini zerre ırgalamaması gereken muhabbetlere tabi olduğundan dolayı, erkek erkeğe bir ofsayt tartışması, çük boyu kıyaslaması, ya da basit taşak muhabbetinin ne kadar eğlenceli, öz karakter ve mizacına uygun olduğunu; kız milletinin muhabbetinin aslında kıt ve sadece belirli konulara odaklı olduğunu (tüm kızların değil tabiki, nice kızlar gördüm, muhabbeti babamdan kaliteli, ama istisna-kaide durumu) farketmesiyle birlikte, kendi gibi aynı durumla muzdarip biriyle karşılaşırsa ve uygun zaman, ortam, sıcaklık ve güneş ışığı alındığı taktirde gayılık durumu ortaya çıkar..sonra da vaktini kız tavlamak ya da tavlama üzerine stratejiler geliştirmek yerine kendine bakmaya, spora, düzenli olmaya vs. adar, mükemmelliğe eğilim başlar..uzun uzadıya oldu ama durum aşağı yukarı böyle..
gelegelelim asıl konseptimiz olan ‘mükemmellik’ kavramına..burada da "bir erkek nasıl mükemmel olur?" sorusuna uzun uzadıya cevaplar aradım, ve ortak sonuçlar şöyle: kadınlarla ilgili olan kısımları çıkarırsak eğer bir erkeğin adamakıllı bir kariyeri varsa, temiz, dürüst, espritüel, yeterli fiziksel donanıma ve şekle sahip, düzenli, bakımlıysa ve başka birine muhtaç olmadan tüm işlerini(yemek, çamaşır, ütü vs.) halledebiliyosa, o insan mükemmelliğe en yakın adaydır..kadın milletinin ‘mükemmel erkek’ ütopyasındaki yeri sadece sekstir..seks dışında bir kadının mükemmel erkeğe kazandıracağı hiçbir +(artı) yoktur..bunu kadın milletimizin anlaması lazım..burada bir yıldız* koyuyorum, birazdan devam edicem..
peki mükemmel erkek var mıdır? mükemmel erkek tanımı elbette kişiden kişiye göre değişmektedir..karısına onlarca sorun, güçlük çıkarıp, hiçbişey yapmayan, camış, abuk bir mantaliteli bir erkek, durduk yere karısının yanağna ufak bir buse kondurursa mükemmel erkek olabileceğı gibi; karısının her dediğini yapan, çoğu kadına göre 10 numara olan bir koca da karısının gözünde zerre mükemmel olmayabilir..bu göreceliliğin temel sebebi kadın milletinin erkeğini, kafasında oluşturduğu kalıbın içine sokmaya çalışıp, üzerinde değişiklikler yapma özelliğidir..yani her kadının kafasında bir mükemmel erkek profili vardır ve önüne gelen her manitayı o profile sokmak için elinden geleni yapmaktadırlar..bu konuya uzun uzadıya bir sonraki yazımda değinmeyi düşünüyorum, lakin bu konuda uzun lafın kısası şudur: mükemmel erkek YOKTUR, beklentileri düşük kadın vardır..
*dan devam: belki onlarca kız arkadaşıma söyledim, yine söylerim; diyelim ki ben ‘mükemmel erkek’ kategorisinde saydığım tüm genel özelliklere sahibim..kendi kendime her konuda yetebildiğimden dolayı bir kadın bana anca fazlalık olur, başka da bişi olmaz..bi de kendimi şeyedebilsem afedersiniz, demeyin keyfime..yok efendim seksmiş, duygu seliymiş, hikaye gelir..normalde hiçbir kadın bunu bilmez, ama her erkek, ergenlik döneminde, kendi şeyine oral muamele yapmayı, yapabilmeyi ömrü boyunca bi kere bile olsa içinden geçirmiştir, düşünmüştür..tabi benimki resmi yazı ama ‘hay mınıskim, şu çavuşu bi ağzıma alabilsem, karolini eşşekler sksin kimene’ şeklinde düşünceler bunlar..bu düşünce tamamıyla gerçektir, 'ben hayatımda böyle düşünmedim yeaa' diyen adamın da ağzını kıracağımı buradan belirtmek isterim..mastürbasyon yapan bir erkek, elinden gelse kendi şeyini ağzına alır arkadaş..’ıııyyy iğreeenç’ dediğinizi duyar gibiyim, ama iş cinsel ihtiyaçlara gelince iğrençlik bir kenara bırakılıyor maalesef..neyse toparlamak gerekirse, mükemmel erkek de kadını seks objesi olarak görür, eksik ve normal erkek de..aradaki tek fark, bir kadının normal erkeğe katabileceği, eksikliğini giderebileceği birşeyler mutlaka vardır..uzun lafın kısası mükemmelliğe yaklaşabilmiş erkekte de bir geylik eğilimi teorik olarak vardır, ve olacaktır.
şimdi ‘geylik’ ve ‘mükemmellik’ konseptinin ne kadar yakın olduğunu anladığımıza göre sonuç kısmına geçebiliriz..anlamamız gereken şu ki her insanın içinde bir boşluk, bir eksiklik duygusu vardır arkadaş..kimileri bu boşluğu dinle (normal olarak değil, yhobaz -yobaz olduğunu anasınıfındaki yeğenim de biliyor- olarak), kimileri gereğinden fazla severek, kimileri gereğinden fazla sevişerek, kimileri bir düşünceyi ya da ideolojiyi anormal derecede savunarak doldurmaya çalışır..ama o boşluk hiçbir zaman tamamen dolmaz, sadece dolmaya yaklaşır..buradan şunu söylemek gereklidir ki: mükemmel insan yoktur, birbirini tamamlayan insanlar vardır..insan; önce kendini tanımalı, kusurlarını görmeli, sonra çevresine bakmalı..eğer sen kendine karşı dürüst değilsen, diğerlerinin sana karşı dürüst olmasını beklemek aptallıktır, gerizekalılıktır, camışlıktır, iki yüzlülüktür..ben tüm ilişkilerimin başında hep söyledim; ‘bak, ben mükemmel değilim, hatalar yaparım, ama hatam adamakıllı gösterildiğinde de düzelmek için herşeyi yaparım’ diye, ancak ne yazık ki aynı dürüstlüğü karşı taraftan görmedim, göremedim..ben bir erkek olarak eksik bir insan olduğumun farkındayım, ve benim eksikliğimi tamamlayacak ve eksikliğini tamamlayabileceğim bir insanın dışarıda biryerde olduğunu biliyorum..kızdığım nokta şu ki, karşılaştığım onlarca insan bu durumu kendilerine itiraf edemiyorlar..sonra da ‘her kitabın bir sonu vardı, bu manitanın da sonu buymuş’ diyorlar..yazık.
iyiden iyiye uzattım refik, farkındayım, kusura bakmayasın; buradan sana düşen kıssadan hisse şudur: sen sen ol, dürüst ol; ama önce kendine..eğer sen biriyle beraberken hala eski manitanın tişörtüne sarılıp zırıldanıyosan, bi defa daha düşün..bu insanı kendime bağlayarak doğru mu yapıyorum, ben bu insana karşı hazır mıyım diye..yoksa sen de diğerleri gibi günümüz insanlığının en büyük imtihanı olan ikiyüzlülüğe yenilirsin..ve kusurlarını gör refik, içindeki boşluğu da abuk sabuk şeylerle doldurmaya çalışma, adam ol.
bir yazımı daha mevlananın aynı sözüyle bitirmekten onur duyarım: ne demiş zat-ı muhterem: "bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen 'hiç' ol..insanın çömlekten farkı olmamalı..nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir"..
ilk etapta ‘bir erkek neden gey olur?’ sorusunu yönelttim kendime..bu konuda zilyon araştırma soruşturma vs. yapılmış, ama benim gözlemlediğim kadarıyle bunun da 2 sebebi var: hormonel bozukluk ve kadın milletinden bıkkınlık..ilk sebep gayet açık ve geyliği bir hastalık olarak tanımlamakta..diğer sebep ise benim ‘sonradan dönüş’ teorime tamamen uymakta..kız milletiyle oldukça haşır neşir ve sevişken birkaç arkadaşımda da gözlemlediğim üzere, belirli bir süre sonra bir bıkkınlık hissiyatı ortaya çıkmakta..bu bıkkınlığın temel sebebi fiziksel doygunluk (yani gereğinden fazla cinsellik) ve kız milletinin genel dırdırından bıkma olarak açıklanabilir..yani adam kız milletiyle takılır, dinliyomuş gibi yapar, güvenini kazanır, sevişir ve bu durumu her tanıştığı kızda kendi taktiğini uzmanlaştırarak devam ettirir..ta ki bir süre sonra kapı çalar, gına gelir, tüm o adımları tek tek atmak, her sözüne verilecek cevabı bilmek, beraberinde kızlara karşı bir üşengeçlik durumu getirir ve insanın kendisine şu soruyu sordurur: ‘ulan bu kadar bunu yaptık da, elimize ne geçti?’ sadece tecrübe, başka hiçbişey değil..sonra bi süre üzerine düşen bu üşengeçlik ve bıkkınlık periyodunu savsaklamak için kendiyle başbaşa kalmaya ya da erkeklerle daha çok zaman geçirmeye başlar..sonra zat’ımız uzun zamandır kızların elbise, makyaj, ayakkabı, dedikodu ve bilimum erkek milletini zerre ırgalamaması gereken muhabbetlere tabi olduğundan dolayı, erkek erkeğe bir ofsayt tartışması, çük boyu kıyaslaması, ya da basit taşak muhabbetinin ne kadar eğlenceli, öz karakter ve mizacına uygun olduğunu; kız milletinin muhabbetinin aslında kıt ve sadece belirli konulara odaklı olduğunu (tüm kızların değil tabiki, nice kızlar gördüm, muhabbeti babamdan kaliteli, ama istisna-kaide durumu) farketmesiyle birlikte, kendi gibi aynı durumla muzdarip biriyle karşılaşırsa ve uygun zaman, ortam, sıcaklık ve güneş ışığı alındığı taktirde gayılık durumu ortaya çıkar..sonra da vaktini kız tavlamak ya da tavlama üzerine stratejiler geliştirmek yerine kendine bakmaya, spora, düzenli olmaya vs. adar, mükemmelliğe eğilim başlar..uzun uzadıya oldu ama durum aşağı yukarı böyle..
gelegelelim asıl konseptimiz olan ‘mükemmellik’ kavramına..burada da "bir erkek nasıl mükemmel olur?" sorusuna uzun uzadıya cevaplar aradım, ve ortak sonuçlar şöyle: kadınlarla ilgili olan kısımları çıkarırsak eğer bir erkeğin adamakıllı bir kariyeri varsa, temiz, dürüst, espritüel, yeterli fiziksel donanıma ve şekle sahip, düzenli, bakımlıysa ve başka birine muhtaç olmadan tüm işlerini(yemek, çamaşır, ütü vs.) halledebiliyosa, o insan mükemmelliğe en yakın adaydır..kadın milletinin ‘mükemmel erkek’ ütopyasındaki yeri sadece sekstir..seks dışında bir kadının mükemmel erkeğe kazandıracağı hiçbir +(artı) yoktur..bunu kadın milletimizin anlaması lazım..burada bir yıldız* koyuyorum, birazdan devam edicem..
peki mükemmel erkek var mıdır? mükemmel erkek tanımı elbette kişiden kişiye göre değişmektedir..karısına onlarca sorun, güçlük çıkarıp, hiçbişey yapmayan, camış, abuk bir mantaliteli bir erkek, durduk yere karısının yanağna ufak bir buse kondurursa mükemmel erkek olabileceğı gibi; karısının her dediğini yapan, çoğu kadına göre 10 numara olan bir koca da karısının gözünde zerre mükemmel olmayabilir..bu göreceliliğin temel sebebi kadın milletinin erkeğini, kafasında oluşturduğu kalıbın içine sokmaya çalışıp, üzerinde değişiklikler yapma özelliğidir..yani her kadının kafasında bir mükemmel erkek profili vardır ve önüne gelen her manitayı o profile sokmak için elinden geleni yapmaktadırlar..bu konuya uzun uzadıya bir sonraki yazımda değinmeyi düşünüyorum, lakin bu konuda uzun lafın kısası şudur: mükemmel erkek YOKTUR, beklentileri düşük kadın vardır..
*dan devam: belki onlarca kız arkadaşıma söyledim, yine söylerim; diyelim ki ben ‘mükemmel erkek’ kategorisinde saydığım tüm genel özelliklere sahibim..kendi kendime her konuda yetebildiğimden dolayı bir kadın bana anca fazlalık olur, başka da bişi olmaz..bi de kendimi şeyedebilsem afedersiniz, demeyin keyfime..yok efendim seksmiş, duygu seliymiş, hikaye gelir..normalde hiçbir kadın bunu bilmez, ama her erkek, ergenlik döneminde, kendi şeyine oral muamele yapmayı, yapabilmeyi ömrü boyunca bi kere bile olsa içinden geçirmiştir, düşünmüştür..tabi benimki resmi yazı ama ‘hay mınıskim, şu çavuşu bi ağzıma alabilsem, karolini eşşekler sksin kimene’ şeklinde düşünceler bunlar..bu düşünce tamamıyla gerçektir, 'ben hayatımda böyle düşünmedim yeaa' diyen adamın da ağzını kıracağımı buradan belirtmek isterim..mastürbasyon yapan bir erkek, elinden gelse kendi şeyini ağzına alır arkadaş..’ıııyyy iğreeenç’ dediğinizi duyar gibiyim, ama iş cinsel ihtiyaçlara gelince iğrençlik bir kenara bırakılıyor maalesef..neyse toparlamak gerekirse, mükemmel erkek de kadını seks objesi olarak görür, eksik ve normal erkek de..aradaki tek fark, bir kadının normal erkeğe katabileceği, eksikliğini giderebileceği birşeyler mutlaka vardır..uzun lafın kısası mükemmelliğe yaklaşabilmiş erkekte de bir geylik eğilimi teorik olarak vardır, ve olacaktır.
şimdi ‘geylik’ ve ‘mükemmellik’ konseptinin ne kadar yakın olduğunu anladığımıza göre sonuç kısmına geçebiliriz..anlamamız gereken şu ki her insanın içinde bir boşluk, bir eksiklik duygusu vardır arkadaş..kimileri bu boşluğu dinle (normal olarak değil, yhobaz -yobaz olduğunu anasınıfındaki yeğenim de biliyor- olarak), kimileri gereğinden fazla severek, kimileri gereğinden fazla sevişerek, kimileri bir düşünceyi ya da ideolojiyi anormal derecede savunarak doldurmaya çalışır..ama o boşluk hiçbir zaman tamamen dolmaz, sadece dolmaya yaklaşır..buradan şunu söylemek gereklidir ki: mükemmel insan yoktur, birbirini tamamlayan insanlar vardır..insan; önce kendini tanımalı, kusurlarını görmeli, sonra çevresine bakmalı..eğer sen kendine karşı dürüst değilsen, diğerlerinin sana karşı dürüst olmasını beklemek aptallıktır, gerizekalılıktır, camışlıktır, iki yüzlülüktür..ben tüm ilişkilerimin başında hep söyledim; ‘bak, ben mükemmel değilim, hatalar yaparım, ama hatam adamakıllı gösterildiğinde de düzelmek için herşeyi yaparım’ diye, ancak ne yazık ki aynı dürüstlüğü karşı taraftan görmedim, göremedim..ben bir erkek olarak eksik bir insan olduğumun farkındayım, ve benim eksikliğimi tamamlayacak ve eksikliğini tamamlayabileceğim bir insanın dışarıda biryerde olduğunu biliyorum..kızdığım nokta şu ki, karşılaştığım onlarca insan bu durumu kendilerine itiraf edemiyorlar..sonra da ‘her kitabın bir sonu vardı, bu manitanın da sonu buymuş’ diyorlar..yazık.
iyiden iyiye uzattım refik, farkındayım, kusura bakmayasın; buradan sana düşen kıssadan hisse şudur: sen sen ol, dürüst ol; ama önce kendine..eğer sen biriyle beraberken hala eski manitanın tişörtüne sarılıp zırıldanıyosan, bi defa daha düşün..bu insanı kendime bağlayarak doğru mu yapıyorum, ben bu insana karşı hazır mıyım diye..yoksa sen de diğerleri gibi günümüz insanlığının en büyük imtihanı olan ikiyüzlülüğe yenilirsin..ve kusurlarını gör refik, içindeki boşluğu da abuk sabuk şeylerle doldurmaya çalışma, adam ol.
bir yazımı daha mevlananın aynı sözüyle bitirmekten onur duyarım: ne demiş zat-ı muhterem: "bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen 'hiç' ol..insanın çömlekten farkı olmamalı..nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir"..
28 Ocak 2011 Cuma
Tenefüs - Dünyada Ölüm’den Başkası Yalan, Harbiden!
yüksek egolu onlarca bireyden biri olarak söylemem lazım ki şu dünyada hepimiz kendimizi bi bok saymaktayız..dünyayı görüş açımıza oturtmuş, herşeyi değiştirme cesaretiyle dolu numarası yaparak, ama en ufak değişimden deliler gibi korkarak, kendimizi dünyanın merkezi belirleyip; hayatın yönlendirdiği yere amaçsızca savrulup, kendimizi yaşıyoruz diye avutmaktayız..tamı tamına 24 saat önce ölümle burun buruna geldiğim anda anladığım bir noktadır bu: aslında biz birer “hiç’iz”. o arabaya 110km hızla arkadan çarparken direksiyon 3-4 cm daha sağa kaysaydı, belki polisler bana ‘geçmiş olsun’ demek yerine üzerime bir önceki günün gazetesini örtecek, gelen ambülans tarafından morga kaldırılacaktım..ama o anda belki de aklım hiç olmadığı kadar dürüst oldu bana ve konuştu benimle, belki ilk, belki son defa.
lisede üzerimde çok emeği olan bir hocam dünyayı bir tren sistemine benzetmişti; bir başlangıç ve bir bitiş noktası olan, sürekli olarak durakladığında birilerin inip birilerinin bindiği, bizim müdahale edemeyeceğimiz mükemmellikte işleyen bir sisteme..işte dün gece zaman geldi, vagon durdu, tam o durağın benim için son durak olduğunu düşünürken kapılar bir anda kapandı ve yola devam ettik..(buradan makinistimize de özel teşekkürlerimi sunarım, saygılar.)
hani herkes o beyin felci geçirilen, herşeyin darmadağınık olduğu, ecelin o soğuk nefesini ensesinde hissettiğin sahnede hayatının gözünün önüne geldiğini söyler ya, külliyen yalan..aklına gelen tek şey senden sonrası oluyo..şu dünyada kaç kuruşluk değerin var, şu memlekete ne faydan dokundu? acaba annenden başka ardından ağlayanlar 1-2 ay sonra günlük yaşantılarının en ufak kısmında seni hatırlayacaklar mı? kalbini kırdıkların seni affedecek mi? onca yıllık yaşamında şu dünyadaki bıraktığın iz ne kadar? gibi zilyon soruyla beraber koskoca bir ‘keşke’ yığını ve yaşamının sona ermesiyle kaçırdığın, belki ileride yaşayabileceğin fırsatlar..benim aklım bunlarla meşguldü, arabayı kullanan arkadaşım son bir hamleyle direksiyonu çevirip bizi kurtarmaya çalıştığı, diğer arkadaşımın da bağırdığı o son 1kaç saniyede..zaman kısa, düşünülecek şeyler çoktu; tıpkı ömrün kısa, yapılacakların da zilyon tane olduğu gerçeği gibi.
neyse ekşın bitti, akordeon olmuş arabadan zar zor çıktık ve o anda aldığım nefesin tatlılığını hissettim..ve ondan sonra o kadar düşündüm aslında, ‘neyim ya ben’ diye..ne oldum da böyle amaçsızlığı kendime meslek edinip insanlara tepeden baktım, hor gördüm, yargıladım, kıskandım, kızdırdım, incittim, üzdüm..az da olsa insanları güldürdüm, mutlu ettim, karşılıksız sevdim, aşık oldum, yardım ettim, bana güvenenlere layık olmaya çalıştım..o kadar düşündüm ama hiç bir cevap bulamadım..ve sonra bir kanıya vardım: aslında biz birer “hiç’iz”..hemde öyle büyük birer hiç’iz ki, bir hiç olduğumuzdan haberdar olmayan, hiç yok olmayacakmış gibi bu dünya için çabalayan, aslında tıkır tıkır çalışan bir sistemin birer etkisiz elemanıyız..yani ben öldüm diye kıyamet kopucaksa bu beni bişeyler yapar da, dünyadaki belki bikaç yüz insandan başkası benim yaşayıp yok olduğumu anlamadan devam edicekse de kusura bakmayın ama bi bok değilim yani..ben de değilim, sen de değilsin değerli arkadaşım..malesef.
uzun lafın kısası gece 5 civarı çorba içmek için çıktığımız yolculuğumuz bana çok şey öğretti..belki de şu dünyadaki insanların %99unun yaşayamacağı o direkten dönme hissi gerçekten güzel bişi..arabayla çıktık evden, ekşın bitip tekrar eve doğru yol alırken arabanın bükülen ön plakası vardı elimizde..çorbamızı içtik, küfürümüzü ettik, evimize geldik, analizi yaptık..’ulan şu dünyada dikili bir eserimiz, faydalı bişeyimiz var mıydı’ sorusunu defalarca birbirimize sorduk, dikili tek bir patatesimiz dahi olmadığını farkedince gülüştük, birbirimize acıyan yerlerimizi gösterdikten sonra kırık plaka baş ucumuzda uyuduk..belki de yıllar sonra uyuduğum en huzurlu uykuydu; sakin, rahat, tatlı ve hafif..
tabi ki seni de unutmadım Refik, benim onlarca sözde anlatmak istediğimi Mevlana’m şu cümlelerle özetlemiş; oku, düşün, anla, anlat:
"Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen 'hiç' ol. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir."
p.s: üzerimde hakkı olan, kalbini kırdığım, üzdüğüm herkesten tüm içtenliğimle özür dilerim..ama bu olaydan sonra ‘dünya fani kanka ehuhee’ ayağına benden faydalanmaya çalışmayın, yakarım..o kadar da ölmedik lan !.
lisede üzerimde çok emeği olan bir hocam dünyayı bir tren sistemine benzetmişti; bir başlangıç ve bir bitiş noktası olan, sürekli olarak durakladığında birilerin inip birilerinin bindiği, bizim müdahale edemeyeceğimiz mükemmellikte işleyen bir sisteme..işte dün gece zaman geldi, vagon durdu, tam o durağın benim için son durak olduğunu düşünürken kapılar bir anda kapandı ve yola devam ettik..(buradan makinistimize de özel teşekkürlerimi sunarım, saygılar.)
hani herkes o beyin felci geçirilen, herşeyin darmadağınık olduğu, ecelin o soğuk nefesini ensesinde hissettiğin sahnede hayatının gözünün önüne geldiğini söyler ya, külliyen yalan..aklına gelen tek şey senden sonrası oluyo..şu dünyada kaç kuruşluk değerin var, şu memlekete ne faydan dokundu? acaba annenden başka ardından ağlayanlar 1-2 ay sonra günlük yaşantılarının en ufak kısmında seni hatırlayacaklar mı? kalbini kırdıkların seni affedecek mi? onca yıllık yaşamında şu dünyadaki bıraktığın iz ne kadar? gibi zilyon soruyla beraber koskoca bir ‘keşke’ yığını ve yaşamının sona ermesiyle kaçırdığın, belki ileride yaşayabileceğin fırsatlar..benim aklım bunlarla meşguldü, arabayı kullanan arkadaşım son bir hamleyle direksiyonu çevirip bizi kurtarmaya çalıştığı, diğer arkadaşımın da bağırdığı o son 1kaç saniyede..zaman kısa, düşünülecek şeyler çoktu; tıpkı ömrün kısa, yapılacakların da zilyon tane olduğu gerçeği gibi.
neyse ekşın bitti, akordeon olmuş arabadan zar zor çıktık ve o anda aldığım nefesin tatlılığını hissettim..ve ondan sonra o kadar düşündüm aslında, ‘neyim ya ben’ diye..ne oldum da böyle amaçsızlığı kendime meslek edinip insanlara tepeden baktım, hor gördüm, yargıladım, kıskandım, kızdırdım, incittim, üzdüm..az da olsa insanları güldürdüm, mutlu ettim, karşılıksız sevdim, aşık oldum, yardım ettim, bana güvenenlere layık olmaya çalıştım..o kadar düşündüm ama hiç bir cevap bulamadım..ve sonra bir kanıya vardım: aslında biz birer “hiç’iz”..hemde öyle büyük birer hiç’iz ki, bir hiç olduğumuzdan haberdar olmayan, hiç yok olmayacakmış gibi bu dünya için çabalayan, aslında tıkır tıkır çalışan bir sistemin birer etkisiz elemanıyız..yani ben öldüm diye kıyamet kopucaksa bu beni bişeyler yapar da, dünyadaki belki bikaç yüz insandan başkası benim yaşayıp yok olduğumu anlamadan devam edicekse de kusura bakmayın ama bi bok değilim yani..ben de değilim, sen de değilsin değerli arkadaşım..malesef.
uzun lafın kısası gece 5 civarı çorba içmek için çıktığımız yolculuğumuz bana çok şey öğretti..belki de şu dünyadaki insanların %99unun yaşayamacağı o direkten dönme hissi gerçekten güzel bişi..arabayla çıktık evden, ekşın bitip tekrar eve doğru yol alırken arabanın bükülen ön plakası vardı elimizde..çorbamızı içtik, küfürümüzü ettik, evimize geldik, analizi yaptık..’ulan şu dünyada dikili bir eserimiz, faydalı bişeyimiz var mıydı’ sorusunu defalarca birbirimize sorduk, dikili tek bir patatesimiz dahi olmadığını farkedince gülüştük, birbirimize acıyan yerlerimizi gösterdikten sonra kırık plaka baş ucumuzda uyuduk..belki de yıllar sonra uyuduğum en huzurlu uykuydu; sakin, rahat, tatlı ve hafif..
tabi ki seni de unutmadım Refik, benim onlarca sözde anlatmak istediğimi Mevlana’m şu cümlelerle özetlemiş; oku, düşün, anla, anlat:
"Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen 'hiç' ol. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir."
p.s: üzerimde hakkı olan, kalbini kırdığım, üzdüğüm herkesten tüm içtenliğimle özür dilerim..ama bu olaydan sonra ‘dünya fani kanka ehuhee’ ayağına benden faydalanmaya çalışmayın, yakarım..o kadar da ölmedik lan !.
8 Ocak 2011 Cumartesi
EGO 101 - Tanışma ve Türk Kızının Ego Sorunsalına Giriş
eveet, yaklaşık 10 aylık bir süreden sonra ara verdiğim blogculuk günlerime tekrar dönme kararı aldım..sebebi bazı arkadaşlarımın başımdan geçen hikayeleri dinlerken ‘olm bi blog alıp bunları yazsana lan’ dediklerinde ‘zaten var ama yazmıyorum’ cevabına karşılık ‘iyi bok yiyosun’ demeleri olabilir..yaklaşık 30 küsüre yakın arkadaşımın tek tek, sıkılmadan ‘lan senin eski manita blog almış, ilk yazısında da sana deli gibi giydirmiş, ‘yarak kafalı’ bile demiş olum, bunun altında kalıcak adam mısın sen, hadi senin çükün 834753 cm, yürü bee’ şeklindeki gaza getirme çabalarının da yeri yok değil..hani arada sana da olmuştur; belki hiç kaale bile almadığın bi insanın arkandan abuk bi laf söylediği kulağına geldiğinde, normal şartlar altında şeyine takmayacakken ne söylediğini ya da senin hakkında bi daha konuşup konuşmayacağı merakıyla oluşan bir takip olur ya, hani ona bile böyle yapıyosan zamanında değer verdiğin insanın da düşünceleri ilgilendirir seni doğal haliyle..işte ben de ilk arkadaşım söylediğinde merak edip açıp okudum ve bitirdiğimde dedim ki ‘vay ulan ben ne anasının gözüymüşüm sayın seyirciler’.. normalde ilk yazımın başlangıcında, yemin ederek söylüyorum ki bu konuyu ele almayı planlamamıştım, ‘türk erkeğinin abazalık katsayısı’ üzerine bişiler tuşlamayı düşünürken olay bi anda buraya geldi, şimdiden vaktini çaldığım herkesten özür dilerim..öncelikle parmaklarına sağlık muhterem şahsın, iyi de yazmış aslında ama üzerine biraz eklemeler de yapmak lazım.
öncelikle şunu söylemek lazım; bu memlekette akıla gelebilecek, bir insanın olabileceği herşey oldum, her tür ortamda bulundum: iyi aile çocuğundan, babasına isyan eden piçe; safkan yobaz cemaatçiden, baba parasıyla partilerde hava atan amaçsız zihniyete kadar herşey ama herşey..kimseye ömrümde hayır dememeye çalıştım; camiye, rakı sofrasına, mitinge, istişareye, yemeğe, sıçmaya, sevişmeye, ibneliğe kısaca her boka evet dedim, ki her boktan biraz bilelim, şu dünyada ‘ah ulan gebermeden önce şunu da yapaydık keşke’ demeyeyim diye..ama hiçbir zaman yavşak olmadım..tabi arada bu kategoriye giren belki gırgır, belki ciddi eylemlerim oldu; ama farkettiklerimin ya da bana farketmemi söylenen hepsinden özür diledim, bi daha da yapmamaya özen gösterdim..ha eğer farkına varmadıklarım da varsa gelin yüzüme söyleyin, gık dersem şerefsizim; o derece.
olabildiğince mükemmel olmaya çalıştım, ama kimseye ‘ben mükemmelim’ de demedim; hayatımda ciddi yer edinmiş herkese egomun cidden büyük olduğunu, zaman zaman çeşitli gerizekalılıklar yapabileceğimi, yapınca da beni uyarması gerektiğini söyledim..ama bi insan diğerine yapıcı eleştiriler yapmayarak içine atıp, bunu da davranışlardan anlamamı beklerse, anlayamayınca da ‘beni hiç tanımamışsın sen, oysaki ben şu davranışı sevmedim, seni gözümde büyütmüşüm, artık sana güvenim kalmadı’ dediğinde : ‘lan biz müneccim taşağı mı yedik’, cevabını da verdim, özür dilerim ama durum bu..günün birinde, özellikle senin için önemli olan birince cins bi durum gördüğünde bunun raconu nedir: konuyu edebince açarsın, ‘bıdı bıdı sen şöle yaptın ama bu bıdıydı’ dersin, adam insansa dersini alır, yoluna devam eder..ama bi daha yaparsa da direk ‘lan mal gerizekalı dangalak ….’ şeklinde değil de biraz daha sabırla davranılmalıdır hani..hani hepimiz insanız, insan hata yapar, nisyanla maluldur falan fişman..bu konuda manita durumları açısından bi kuyruk acım yok tabi, çünkü benimle oturup da açık ve net bir ciddiyette hatamı yapıcı olarak eleştiren bi sevgilim olmadı maalesef..arkadaşlarım oldu, sağolsunlar, varolsunlar.
neyse uzun lafın kısası: yapıcı eleştiri ilişkileri mükemmelliğe yaklaştırır, tabi yaparsan..ama ben bunca yıllık deneyimlerimden şunu anladım: kız milleti hiçbir zaman derdini direk söylemez, hep senin anlamanı bekler..sinirinden kudurur, ama yüzüne gülümser..bir hata yaptığında onu belki yıl sonra karşına çıkarmak üzere buzluğa kaldırır, koz olarak alır..belki incir çekirdeğini doldurmayacak bir durumdur, ama hani illa da hanfendinin istediği zaman ve mekanda olay açılıp kavgası yapılcak ya, bekletilir, bu olayın siniri yüzünden yapılan onlarca güzel şey de görmezlikten gelinir..
gelgelelim dersimizin konusuna: sözüm meclisten dışarı, darılmaca gocunmaca yok; ama dünyanın neresine gidersen git, türk kızı kadar egosu tavan yapmış bir topluluk göremezsin..arkadaş en azından ben egomun yüksekliğini kendime itiraf ediyorum, kabulleniyorum; ne var biraz da sen kabullensen, kendinle barışık yaşasan..egoyu kabullenememe durumu türk kızına zaten beraberinde kendiyle barışık olmama durumunu getiriyor, insanlar mükemmel sandıkları başkaları gibi olmaya çalışıyor, kendini, arkadaşlarını, ailesini değiştirmeye çalışıyor sonuç: çoğunlukla hüsran..piyasa daha ergenliğini tamamlayamadan yemek yemenin kilo aldırdığı düşüncesinden dolayı kendini vitaminsiz bırakıp kansızlığa yakalanan, kendiyle mutlu olamadığı için ergen depresyonundan kurtulamamış, intiharın eşiğinde sayısız nesille dolup taşıyor..ilkokul hatıra defterimde durur, çok nadide bir arkadaşım yazmıştır “en çok aklımda sana bişi söylediğimde bana söylediğin ‘aynaya bak’ sözü kalacak” diye, açar açar okurum..Sen: başkası hakkında atıp tutan zihniyetteki arkadaşım! bi dur ya, bi aynaya bak..kendini bulmak, barışmak, mutlu olmak için illa hayatı soyut kurallara göre yaşamana ne gerek var? başkaları şu konuda ne düşünür diye düşünmeye ne gerek var? ama malesef senin daha kendine saygın yok..(burdan sen filan diyorum da tek bir kişiye değil bu, lafın gelişi hani, sonra bana ‘lan bana, şuna burdan vıdı vıdı yazmışsın şeklinde gelmeyin)..neyse, bizim kızımızın egosu konusuna bir sonraki yazımda daha detaylıca değineceğim; ama işin özeti şu kızım: ego sakat bişey..o egodur ki kızımız günün birinde bir erkekten hoşlanır, belki aşık olur, aşkından kudurur ama gidip o insanla ‘kolay lokma’ olacağını, dolayısıyla egosu zedeleneceği korkusuyla gidip konuşmaz; hatta hayatının aşkı tüm ergen cesaretini toplayıp geldiğinde yine kolay lokma olmamak için reddeder..afedersin kabız manda gibi kıvranır aşkından, ama gururundan çocuğa değil bir evet, bir bakış bile atmaz, yoluna devam eder..sonra gider günlüğüne, yakın arkadaşlarına, anasına, dağa taşa zırıldanır; içindeki o ukdeyi çözmez..kendi kendini düdükler..
eski tanıdıklarımdan birinin kızı vardır, severim kendisini gerçekten..hikayeyi bana objektif bi gözle bakmam için anlatmakta: zamanında bu bi çocuğa ciddi aşık gibi, ama kuduruyor nerdeyse, neyse gelgelelim bunlar beraber bi düğünde karşılaşıolar, eleman biraz alkol alıp cesaretle kızı dansa kaldırmak istiyor ama hanfendi reddediyor..sonra gururu kırılan genç dolayısıyla gidip biraz daha içiyor, kısa bir zaman sonra gelip ondan hoşlandığını söylüyor, kız zevkten 4 köşe, ama yine reddediyor hem de sert biçimde..sonra adam tüm düğünün önünde ‘seni seviyorum’ diye bağırıyor, kızımız arkasını dönüp gidiyor..egosu tadmin oldu ya, ne adam ne kendi mutluluğu çükünde..neyse gel zaman git zaman bizim eleman bi kız bulup hoşlanıor, belki hiç bizim kız kadar olmayacak ama neyse, sonra onunla nişanlanıyor, evlilik için tarih alıyolar..ve bizim kızımız gelip bana ‘hani o beni seviyodu, tüm erkekler aynısınız, hayatımın aşkı başkasına gidiyo, tüm erkekler yalancııı’ diye bana ağır şekilde zırlanıyo..kızdım abi gerçekten, ve daha 15 yaşımdayken kız milletinin şu mantığını anladım ve kızımızın ağzına 2 tane de vurdum..’lan sizi bana sayıyla mı gönderiolar, mal kızım, gerizekalı kızım, adam sana gelmiş madem niye kabul etmedin; kabul etmedin, niye zırlıyosun, sen adamın çükünün damar yolu musun ki adam ömrüboyunca senin peşinden gezsin’ lafını da söyledim..daha ağır da konuştum ya özeti bu..aslında bu örnek klasik türk kızının acınası durumunu gözlerönüne sermekte maalesef..istisnalar var tabi, allahı var çokça delikanlı kızla da tanıştım, ama çoğunluğun durumu açık..durum böyle olunca her kızımız elinde, ergenlik dönemine ait, gözyaşlarıyla suladığı bir günlük, o’nu hatırlatacak bir obje ya da kafasındaki bir anı, bir gülümsemeyle kalakalıyor..gidip oralara buralara zırıldanıyo, sonra da gelip bi erkek arkadaş bulduğunda onu kafasındaki moda uyarlamaya, değiştirmeye çalışıyo, kendini değiştirme çabaları yetmezmiş gibi..canım kızım, bok mu vardı biriyle hoşlanınca gidip: ‘ya sen çok enteresan bi adamsın, şu hareketin baya hoşuma gitti’ diyemedin!! niye diyemedin: ego’n el vermedi..ama sonradan gelip ota boka ego eleştirisi yapmayı da bilirsin tabi ya, bu durumu gözlemlediğim sevdiğim kızları kalaylayarak, sevmediklerimi de acıyarak yoluma devam etmekteyim.
daha devamını yazıcam bu konunun, ama tavsiyem sanadır kızım, canım, bitanem..kız da, erkek de, arkadaşın da, hoşlandığın kişi de, kocan da olsa; düşündüklerini saptırmadan git, direk olarak sahibine söyle..zor yolu seçme, gurur yapma..sonra o piyasada yazılarını paylaştığın pucca ve türevi zavallılar gibi kalakalırsın, senden kötüler senin aşkını götürürken; sen elinde aburcubur, önünde romantik komedi, zırlaya zırlaya izler şekilde bulursun kendini..önce kendinle, sonra diğer insanlarla barış bütünleş..kusurlarını kabul et, dünyanın merkeziyetçiliği zihniyetini bi kenara bırak..lütfen!
olayı okuruna göre yazdım ama seni de unuttum sanma Refik, burdan sana çıkan kıssadan hisse: önce kendini bil, yorumla, kabullen, sonra başkalarını eleştir..ego’nu hafife alma, türk kızına ilişme, sonra günün birinde sen onun hayatına yoldaş olmaya çalışırken o gidip günlüğüne, eski aşkının tişörtüne zırıldanır.
p.s: hala uzun bi aradan sonra camiaya dönüşümün ergenliğini üzerimden atamadığım içün gereksiz uzun kısımları oldu, affoluna..yalan, yanlış, abuk, saçma bi yer görürseniz rica ederim söylemekten çekinmeyin, saygılar.**
öncelikle şunu söylemek lazım; bu memlekette akıla gelebilecek, bir insanın olabileceği herşey oldum, her tür ortamda bulundum: iyi aile çocuğundan, babasına isyan eden piçe; safkan yobaz cemaatçiden, baba parasıyla partilerde hava atan amaçsız zihniyete kadar herşey ama herşey..kimseye ömrümde hayır dememeye çalıştım; camiye, rakı sofrasına, mitinge, istişareye, yemeğe, sıçmaya, sevişmeye, ibneliğe kısaca her boka evet dedim, ki her boktan biraz bilelim, şu dünyada ‘ah ulan gebermeden önce şunu da yapaydık keşke’ demeyeyim diye..ama hiçbir zaman yavşak olmadım..tabi arada bu kategoriye giren belki gırgır, belki ciddi eylemlerim oldu; ama farkettiklerimin ya da bana farketmemi söylenen hepsinden özür diledim, bi daha da yapmamaya özen gösterdim..ha eğer farkına varmadıklarım da varsa gelin yüzüme söyleyin, gık dersem şerefsizim; o derece.
olabildiğince mükemmel olmaya çalıştım, ama kimseye ‘ben mükemmelim’ de demedim; hayatımda ciddi yer edinmiş herkese egomun cidden büyük olduğunu, zaman zaman çeşitli gerizekalılıklar yapabileceğimi, yapınca da beni uyarması gerektiğini söyledim..ama bi insan diğerine yapıcı eleştiriler yapmayarak içine atıp, bunu da davranışlardan anlamamı beklerse, anlayamayınca da ‘beni hiç tanımamışsın sen, oysaki ben şu davranışı sevmedim, seni gözümde büyütmüşüm, artık sana güvenim kalmadı’ dediğinde : ‘lan biz müneccim taşağı mı yedik’, cevabını da verdim, özür dilerim ama durum bu..günün birinde, özellikle senin için önemli olan birince cins bi durum gördüğünde bunun raconu nedir: konuyu edebince açarsın, ‘bıdı bıdı sen şöle yaptın ama bu bıdıydı’ dersin, adam insansa dersini alır, yoluna devam eder..ama bi daha yaparsa da direk ‘lan mal gerizekalı dangalak ….’ şeklinde değil de biraz daha sabırla davranılmalıdır hani..hani hepimiz insanız, insan hata yapar, nisyanla maluldur falan fişman..bu konuda manita durumları açısından bi kuyruk acım yok tabi, çünkü benimle oturup da açık ve net bir ciddiyette hatamı yapıcı olarak eleştiren bi sevgilim olmadı maalesef..arkadaşlarım oldu, sağolsunlar, varolsunlar.
neyse uzun lafın kısası: yapıcı eleştiri ilişkileri mükemmelliğe yaklaştırır, tabi yaparsan..ama ben bunca yıllık deneyimlerimden şunu anladım: kız milleti hiçbir zaman derdini direk söylemez, hep senin anlamanı bekler..sinirinden kudurur, ama yüzüne gülümser..bir hata yaptığında onu belki yıl sonra karşına çıkarmak üzere buzluğa kaldırır, koz olarak alır..belki incir çekirdeğini doldurmayacak bir durumdur, ama hani illa da hanfendinin istediği zaman ve mekanda olay açılıp kavgası yapılcak ya, bekletilir, bu olayın siniri yüzünden yapılan onlarca güzel şey de görmezlikten gelinir..
gelgelelim dersimizin konusuna: sözüm meclisten dışarı, darılmaca gocunmaca yok; ama dünyanın neresine gidersen git, türk kızı kadar egosu tavan yapmış bir topluluk göremezsin..arkadaş en azından ben egomun yüksekliğini kendime itiraf ediyorum, kabulleniyorum; ne var biraz da sen kabullensen, kendinle barışık yaşasan..egoyu kabullenememe durumu türk kızına zaten beraberinde kendiyle barışık olmama durumunu getiriyor, insanlar mükemmel sandıkları başkaları gibi olmaya çalışıyor, kendini, arkadaşlarını, ailesini değiştirmeye çalışıyor sonuç: çoğunlukla hüsran..piyasa daha ergenliğini tamamlayamadan yemek yemenin kilo aldırdığı düşüncesinden dolayı kendini vitaminsiz bırakıp kansızlığa yakalanan, kendiyle mutlu olamadığı için ergen depresyonundan kurtulamamış, intiharın eşiğinde sayısız nesille dolup taşıyor..ilkokul hatıra defterimde durur, çok nadide bir arkadaşım yazmıştır “en çok aklımda sana bişi söylediğimde bana söylediğin ‘aynaya bak’ sözü kalacak” diye, açar açar okurum..Sen: başkası hakkında atıp tutan zihniyetteki arkadaşım! bi dur ya, bi aynaya bak..kendini bulmak, barışmak, mutlu olmak için illa hayatı soyut kurallara göre yaşamana ne gerek var? başkaları şu konuda ne düşünür diye düşünmeye ne gerek var? ama malesef senin daha kendine saygın yok..(burdan sen filan diyorum da tek bir kişiye değil bu, lafın gelişi hani, sonra bana ‘lan bana, şuna burdan vıdı vıdı yazmışsın şeklinde gelmeyin)..neyse, bizim kızımızın egosu konusuna bir sonraki yazımda daha detaylıca değineceğim; ama işin özeti şu kızım: ego sakat bişey..o egodur ki kızımız günün birinde bir erkekten hoşlanır, belki aşık olur, aşkından kudurur ama gidip o insanla ‘kolay lokma’ olacağını, dolayısıyla egosu zedeleneceği korkusuyla gidip konuşmaz; hatta hayatının aşkı tüm ergen cesaretini toplayıp geldiğinde yine kolay lokma olmamak için reddeder..afedersin kabız manda gibi kıvranır aşkından, ama gururundan çocuğa değil bir evet, bir bakış bile atmaz, yoluna devam eder..sonra gider günlüğüne, yakın arkadaşlarına, anasına, dağa taşa zırıldanır; içindeki o ukdeyi çözmez..kendi kendini düdükler..
eski tanıdıklarımdan birinin kızı vardır, severim kendisini gerçekten..hikayeyi bana objektif bi gözle bakmam için anlatmakta: zamanında bu bi çocuğa ciddi aşık gibi, ama kuduruyor nerdeyse, neyse gelgelelim bunlar beraber bi düğünde karşılaşıolar, eleman biraz alkol alıp cesaretle kızı dansa kaldırmak istiyor ama hanfendi reddediyor..sonra gururu kırılan genç dolayısıyla gidip biraz daha içiyor, kısa bir zaman sonra gelip ondan hoşlandığını söylüyor, kız zevkten 4 köşe, ama yine reddediyor hem de sert biçimde..sonra adam tüm düğünün önünde ‘seni seviyorum’ diye bağırıyor, kızımız arkasını dönüp gidiyor..egosu tadmin oldu ya, ne adam ne kendi mutluluğu çükünde..neyse gel zaman git zaman bizim eleman bi kız bulup hoşlanıor, belki hiç bizim kız kadar olmayacak ama neyse, sonra onunla nişanlanıyor, evlilik için tarih alıyolar..ve bizim kızımız gelip bana ‘hani o beni seviyodu, tüm erkekler aynısınız, hayatımın aşkı başkasına gidiyo, tüm erkekler yalancııı’ diye bana ağır şekilde zırlanıyo..kızdım abi gerçekten, ve daha 15 yaşımdayken kız milletinin şu mantığını anladım ve kızımızın ağzına 2 tane de vurdum..’lan sizi bana sayıyla mı gönderiolar, mal kızım, gerizekalı kızım, adam sana gelmiş madem niye kabul etmedin; kabul etmedin, niye zırlıyosun, sen adamın çükünün damar yolu musun ki adam ömrüboyunca senin peşinden gezsin’ lafını da söyledim..daha ağır da konuştum ya özeti bu..aslında bu örnek klasik türk kızının acınası durumunu gözlerönüne sermekte maalesef..istisnalar var tabi, allahı var çokça delikanlı kızla da tanıştım, ama çoğunluğun durumu açık..durum böyle olunca her kızımız elinde, ergenlik dönemine ait, gözyaşlarıyla suladığı bir günlük, o’nu hatırlatacak bir obje ya da kafasındaki bir anı, bir gülümsemeyle kalakalıyor..gidip oralara buralara zırıldanıyo, sonra da gelip bi erkek arkadaş bulduğunda onu kafasındaki moda uyarlamaya, değiştirmeye çalışıyo, kendini değiştirme çabaları yetmezmiş gibi..canım kızım, bok mu vardı biriyle hoşlanınca gidip: ‘ya sen çok enteresan bi adamsın, şu hareketin baya hoşuma gitti’ diyemedin!! niye diyemedin: ego’n el vermedi..ama sonradan gelip ota boka ego eleştirisi yapmayı da bilirsin tabi ya, bu durumu gözlemlediğim sevdiğim kızları kalaylayarak, sevmediklerimi de acıyarak yoluma devam etmekteyim.
daha devamını yazıcam bu konunun, ama tavsiyem sanadır kızım, canım, bitanem..kız da, erkek de, arkadaşın da, hoşlandığın kişi de, kocan da olsa; düşündüklerini saptırmadan git, direk olarak sahibine söyle..zor yolu seçme, gurur yapma..sonra o piyasada yazılarını paylaştığın pucca ve türevi zavallılar gibi kalakalırsın, senden kötüler senin aşkını götürürken; sen elinde aburcubur, önünde romantik komedi, zırlaya zırlaya izler şekilde bulursun kendini..önce kendinle, sonra diğer insanlarla barış bütünleş..kusurlarını kabul et, dünyanın merkeziyetçiliği zihniyetini bi kenara bırak..lütfen!
olayı okuruna göre yazdım ama seni de unuttum sanma Refik, burdan sana çıkan kıssadan hisse: önce kendini bil, yorumla, kabullen, sonra başkalarını eleştir..ego’nu hafife alma, türk kızına ilişme, sonra günün birinde sen onun hayatına yoldaş olmaya çalışırken o gidip günlüğüne, eski aşkının tişörtüne zırıldanır.
p.s: hala uzun bi aradan sonra camiaya dönüşümün ergenliğini üzerimden atamadığım içün gereksiz uzun kısımları oldu, affoluna..yalan, yanlış, abuk, saçma bi yer görürseniz rica ederim söylemekten çekinmeyin, saygılar.**
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)